Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

17 Ocak 2012 Salı

GÖLGELERİN BÖLGESİNDE

Can çekiştirenlere
Sileceklerin sağanak yağmuru engellemekte zorlandığı, ön camın

arkasında uzayıp giden bir garip yoldaydım…

Zar zor algılanan yol çizgileri, ufuk çizgisine doğru her ne

kadar kısalsa da, bana doğru bir o kadar hızla uzuyordu… Aracın

radyosundaki cızırtılar kulağımda ve alacakaranlığın gözlerimi

kamaştıran griliğine, mavilik kahpelik yaparak eşlik ediyordu…

Arka koltuktaki yayıntının edepsizliği de sebepsiz değil.

Konserve hatta poşetlenmiş mamalar, eski battaniyeler, tıbbi

malzemelerle dolu bir karmaşa… Öngörümün önünde, henüz hayali tam

oluşmamış ve de toplumun dışladığı insanların; sokaklarda hayat

ve ekmek arayan travesti ve transseksüellerin yaptırdığı Ankara

Gölbaşı Hayvan barınağı…

Ha ha ha...

Evet işte size eşit yaşam hakları…

Sadece gölgeler değil ki uzayıp giden. Kısalan ve kaybolan

hayatlarda göz önünde… Ha sokak kadınları ve adamları, ha sokak

hayvanları. Ne fark ederdi ki, bu ülkede… Nasılsa artık sosyete

pazarının yerini alamazdı can pazarı, bariz neticede…

Sırasıyla Düzce, Kaynaşlı ve gişeler...

Otomatik ödeme için gişeye yanaşıyorum. Kıyı kenarda kuyruk

sallayan birkaç köpek dikkatimi çekiyor. Hemen ardında ise,

görevlilerin artıklarının duvar dibindeki dağınık pisliği. Belli

ki oradan da beslenir düşmüş hayvanların künyesizliği…

Sonra hayatımda yer almış ve sonra kaybolmuş eski dostlarımın

koro halinde sesleri geliyor kulağıma. Bubi, Zoro, Tane, Fıstık,

Bambam, Yogi, Bobo…

Ve İstiklal’deki her gösteriye eşlik eden aktivist EYLEM,

Ve Ömer Avni parkındaki nüfusa liderlik eden koca kafalı kara

burun kırması OSMAN…

Ad verdim hepsine, Üçbacaklı Bonny’e bile…

Bitişikte; dörtçeker, 06 plakalı, lüks ve siyah camlı araçta

şanslı bir aşifte dikkatimi çekiyor. İffetsizliği plakasındaki

harfler ile zaten arzıendam ediyor ve arka camında sahte mutlu

bakışlarla marka bir kopek daha... Göz göze geliyoruz yan yana

yol alırken. Belki parfüm kokuyor ama gözü hâlâ otoyol kenarında

ardında kalmış arkadaşlarında ne yazık, üstelik hüzünlü ve

çapaklı gözleriyle bakarken…

Can almasak da can versek, canımızdan değil de cananımızdan mı

vazgeçsek ?

Sorular kafamı kurcalarken kararmış gecede barınağa varıyorum.

Evde kalmış, mutsuz, geçimsiz, aksi, dul ve yaşlı kadın misali

barınak görevlisinin vurdumduymaz tutumuna sert bir şekilde

karşılık veriyorum. Sabahtan önce ziyaretin ve yardım kabulünün

mümkün olmadığını söylüyor. İnadım inat kontağı kapatıp, arka

koltuktan bir battaniye çekip yeni günün doğmasını beklemek üzere

uykuya dalıyorum...

Gecenin karanlığını canhıraş çığlıklar ile yırtan sesler bir

müddet sonra ahenkli bir oratoryoya dönüşüyor...
Soğuk ve diğer hisler de yavaş yavaş kayboluyor.
Sonsuz bir karanlıkta ve sessizlikteyim…
Gölgelerin bölgesinde can çekişmekteydim…

Ağlayarak uyanmak istiyorum sabahına.
Gözlerim yoktu ki artık arabada ölü bulunmuştım nasılsa!!!

Unutmayın yakında 14 Şubat Sevgililer Günü var.
Ama dünyamızda en çok kürk o gün satılır ve doğa olur tüm

canlılara dar...

ÇOCUK OKUTANLAR OKUSUN

Sistemin zavallısı olmasın
Hatırlıyorum da, henüz 7 yaşından gün alamadığım için ilkokula yazılamamış ve 6 ay kadar ninemin yanında yamaklık yapmak zorunda kalmıştım.
Zamanı gelince Yeşilköy Halil Vedat Fıratlı pansiyonlu ilkokulunu imtihan ile kazanıp girdiğimde zaten 3 yıllık özel eğitim sınıfına alınmıştım...
Üstelik o yıllarda cumartesi günleri de öğlene kadar okul vardı...

Siyahın dışında mavi önlük giyilen ender okullardandı.
Derken birdenbire nasıl olduysa oldu zorunlu eğitim 5 yıla zorunlu bulundu.
En önemlisi ise eğitimin parasız oluşuydu.
Ecevit döneminde tek tük olan özel üniversiteler ise zaten kapatılıyordu.

1971 yılıydı...
Ailem, oradan oraya kolejlere girebilmem için beni sınav sınav koşturuyordu.
İngiliz, Alman, Fransız okullarının yanı sıra Galatasaray, İstanbul Erkek gibi yabancı dilde eğtim veren paralı okullar varlıklı aileler arasında oldukça revaç buluyordu...

Zaten yabancı okullar, bağlı oldukların kültürün ya da ülkelerin eğitim sitemini kullanıyordu. Alman Lisesinde Herr Anstock asıl müdür, Adnan Bey de ikinci müdür olarak görev yapıyordu. Kısa bir süre sonra bu sisteme devletimiz müdahale etti, müdür mertebeleri değiştirildi. İlk iş saç ve sakal kesildi ve kıyafet zorunlu yapılıp Alman öğrenciye bile üniforma giydirildi.

Hazırlık sınıfı ile 4 yıl olan ortaokulun ardından 4 yıl da lise kısmı okunarak 8 yılda mezun olunuyordu. Ancak hem Türk hem de Alman milli eğitim sistemleri aynı anda zorunlu olarak okunduğu için 8 yılda aynı anda iki lise birden bitiyordu.

Alman müdür saça sakala kıyafete karışmaz işin aslına asla yafta vurmazdı. Türk müdür ise her ota maydanoz olur ancak öğrenci onu pek kale almazdı...

Zorunlu nedenler ile ayrılıp eğitimimi çeşitli kurumlarda devam ettirmek zorunda kaldığımda sistemi o küçücük yaşımda çok daha iyi kavramaya başlamıştım.
Türkeş, Demirel, Erbakanlar iktidar değiştirdikçe her yıl değişen ders kitaplarının satış kuyruklarında az mı sabahlamıştım?
Ortaokul bitirme imtihanımı Vefa Lisesinde başarmış ama bakalorya denen lise bitirme olgunluk imtihanı çoktan kaldırıldığından o zaman bu duyguyu yaşamamıştım...

Fenerbahçe Lisesinin Edebiyat bölümünü 2 yılda bitirmek üzere iken yeni yeni dershaneler ve özel eğitim veren devlet liseleri açılmaya başlamıştı. Üniversite imtihanı ise lise mezunlarının ancak yarısını kapasite ve yetenek olarak okullara alırdı. Ancak sosyal ve siyasal bir gençlik 6. Filo için yeni şahlanmıştı...

1980 geldi...
Bir anda her şey yeniden değiştirildi.
İmam Hatipler patır patır yeşerdi.
Kolejler, anaokulları tüm kentlerde boy verdi.

1990 geldi...
Vakıf Üniversiteleri ve dershaneler sokak arası ya da kent dışına adım başı yerleşti. Özel taşıma servisleri park yerlerini işgal etti... ve öğrenci artık en keriz müşteri haline gelmişti...

2000 geldi...
Zorunlu eğitim 11 yıla yükseldi.
Üniversitelere milyonlar yerleştirildi ve bacasız bir müteahhit sermayesi artık kredilere peşkeşti.
Ulusal eğitim kampanyaları da aniden sona erdrildi.
Nedeni ne olursa olsun ilişiği kesilen 600 bin kişi okullara yeniden kaydedildi. Sınıfta kalma ve okuldan uzaklaştırılma sessizce kaldırılıvermişti. Lakin 3-5 yıl öncesinin Mlli Eğitim Bakanlığı'nın temizlik malzemesi ihalesine göz atarsak müstahdemi olmayan okula neler alındığı sessizce es geçilmişti...

Ama bu süreçte zat-ı muhteremlerin değerli çocukları nasılsa en büyük dünya üniversitelerinde en kıyak burslar buluverdi.

2010 geldi
"Parasız eğitim" diyen 500 öğrenci hapiste, gösteri yaparken coplanarak bebeğini kaybeden gebe öğrenci ise hastanedeydi...
Şanslı azınlık ise baba parası ile lüks araçla Cumhurbaşkanlığına giderek komediyi trajediye çevirmekteydi.
Hardal gazı, biber gazı işportada değil sokaklarda spreylendi, okulların güvenliği ise özel güvenlik kurumlarına el altından servis edilmişti. Bahçe duvarı bile olmayan kampüslerde çakma Selçuklu mimarisi dev kapılar, trilyonlar çarçur edilerek yükseltilmekteydi...
Aynı anda Meslek Yüksek Okulu rezilliği de ortalığa serildi ve de Bologna yasaları savsatası ile katsayı adına eğitimin içi iyice boşaltılıp ne idüğü belirsiz bir hale getirildi.

Şimdi de 4x3 saçmalığı ile 12 yıla çıkarılması planlanırken 0-6 yaş grubuna da utanmadan el uzatılmak isteniyor.
Aile terbiyesi alamayacağından sistem onu doğar doğmaz köle yapmayı yeğliyor.

Gelin biz de hesap tutalım ki sonra hesap soralım...

0-6 yaş eder 6 yıl.
Koy üstüne 12 yıl, bir de üniversite ekle 4 yıl; bunun yükseği, master'ı, doktorası, 2 yıl etti mi size 24 yıl? Çarp şimdi dayatılan 3 çocukla. Etti mi toplam 72 yıl...
Bir de çarp taksitiyle, servisiyle, yurduyla, kimlik belgesiyle, kitabıyla, defteriyle ve ulaşımıyla, beslenmesiyle: Ay hesabı işte... Şimdi tüm bunları karşılamak için mesleğini. Tek çaren var, o da bul karayı al parayı ey ahmak kul...
Tahta kafalı olmak için akıllı tahtaya ihtiyaç duyulmaz...

Kıssadan hisse; nice kimya profesörü gördüm alaturka helada alafranga ayak izi bırakıyor. Sanırım bu sistem size o yavaş yavaş kenefin şeklini veriyor...

Tahta kafalı olmak için akıllı tahtaya ihtiyaç duyulmaz...

12 Ocak 2012 Perşembe

ÇOCUK OKUTANLAR OKUSUN

Sistemin zavallısı olmasın
Hatırlıyorum da, henüz 7 yaşından gün alamadığım için ilkokula yazılamamış ve 6 ay kadar ninemin yanında yamaklık yapmak zorunda kalmıştım.
Zamanı gelince Yeşilköy Halil Vedat Fıratlı pansiyonlu ilkokulunu imtihan ile kazanıp girdiğimde zaten 3 yıllık özel eğitim sınıfına alınmıştım...
Üstelik o yıllarda cumartesi günleri de öğlene kadar okul vardı...

Siyahın dışında mavi önlük giyilen ender okullardandı.
Derken birdenbire nasıl olduysa oldu zorunlu eğitim 5 yıla zorunlu bulundu.
En önemlisi ise eğitimin parasız oluşuydu.
Ecevit döneminde tek tük olan özel üniversiteler ise zaten kapatılıyordu.

1971 yılıydı...
Ailem, oradan oraya kolejlere girebilmem için beni sınav sınav koşturuyordu.
İngiliz, Alman, Fransız okullarının yanı sıra Galatasaray, İstanbul Erkek gibi yabancı dilde eğtim veren paralı okullar varlıklı aileler arasında oldukça revaç buluyordu...

Zaten yabancı okullar, bağlı oldukların kültürün ya da ülkelerin eğitim sitemini kullanıyordu. Alman Lisesinde Herr Anstock asıl müdür, Adnan Bey de ikinci müdür olarak görev yapıyordu. Kısa bir süre sonra bu sisteme devletimiz müdahale etti, müdür mertebeleri değiştirildi. İlk iş saç ve sakal kesildi ve kıyafet zorunlu yapılıp Alman öğrenciye bile üniforma giydirildi.

Hazırlık sınıfı ile 4 yıl olan ortaokulun ardından 4 yıl da lise kısmı okunarak 8 yılda mezun olunuyordu. Ancak hem Türk hem de Alman milli eğitim sistemleri aynı anda zorunlu olarak okunduğu için 8 yılda aynı anda iki lise birden bitiyordu.

Alman müdür saça sakala kıyafete karışmaz işin aslına asla yafta vurmazdı. Türk müdür ise her ota maydanoz olur ancak öğrenci onu pek kale almazdı...

Zorunlu nedenler ile ayrılıp eğitimimi çeşitli kurumlarda devam ettirmek zorunda kaldığımda sistemi o küçücük yaşımda çok daha iyi kavramaya başlamıştım.
Türkeş, Demirel, Erbakanlar iktidar değiştirdikçe her yıl değişen ders kitaplarının satış kuyruklarında az mı sabahlamıştım?
Ortaokul bitirme imtihanımı Vefa Lisesinde başarmış ama bakalorya denen lise bitirme olgunluk imtihanı çoktan kaldırıldığından o zaman bu duyguyu yaşamamıştım...

Fenerbahçe Lisesinin Edebiyat bölümünü 2 yılda bitirmek üzere iken yeni yeni dershaneler ve özel eğitim veren devlet liseleri açılmaya başlamıştı. Üniversite imtihanı ise lise mezunlarının ancak yarısını kapasite ve yetenek olarak okullara alırdı. Ancak sosyal ve siyasal bir gençlik 6. Filo için yeni şahlanmıştı...

1980 geldi...
Bir anda her şey yeniden değiştirildi.
İmam Hatipler patır patır yeşerdi.
Kolejler, anaokulları tüm kentlerde boy verdi.

1990 geldi...
Vakıf Üniversiteleri ve dershaneler sokak arası ya da kent dışına adım başı yerleşti. Özel taşıma servisleri park yerlerini işgal etti... ve öğrenci artık en keriz müşteri haline gelmişti...

2000 geldi...
Zorunlu eğitim 11 yıla yükseldi.
Üniversitelere milyonlar yerleştirildi ve bacasız bir müteahhit sermayesi artık kredilere peşkeşti.
Ulusal eğitim kampanyaları da aniden sona erdrildi.
Nedeni ne olursa olsun ilişiği kesilen 600 bin kişi okullara yeniden kaydedildi. Sınıfta kalma ve okuldan uzaklaştırılma sessizce kaldırılıvermişti. Lakin 3-5 yıl öncesinin Mlli Eğitim Bakanlığı'nın temizlik malzemesi ihalesine göz atarsak müstahdemi olmayan okula neler alındığı sessizce es geçilmişti...

Ama bu süreçte zat-ı muhteremlerin değerli çocukları nasılsa en büyük dünya üniversitelerinde en kıyak burslar buluverdi.

2010 geldi
"Parasız eğitim" diyen 500 öğrenci hapiste, gösteri yaparken coplanarak bebeğini kaybeden gebe öğrenci ise hastanedeydi...
Şanslı azınlık ise baba parası ile lüks araçla Cumhurbaşkanlığına giderek komediyi trajediye çevirmekteydi.
Hardal gazı, biber gazı işportada değil sokaklarda spreylendi, okulların güvenliği ise özel güvenlik kurumlarına el altından servis edilmişti. Bahçe duvarı bile olmayan kampüslerde çakma Selçuklu mimarisi dev kapılar, trilyonlar çarçur edilerek yükseltilmekteydi...
Aynı anda Meslek Yüksek Okulu rezilliği de ortalığa serildi ve de Bologna yasaları savsatası ile katsayı adına eğitimin içi iyice boşaltılıp ne idüğü belirsiz bir hale getirildi.

Şimdi de 4x3 saçmalığı ile 12 yıla çıkarılması planlanırken 0-6 yaş grubuna da utanmadan el uzatılmak isteniyor.
Aile terbiyesi alamayacağından sistem onu doğar doğmaz köle yapmayı yeğliyor.

Gelin biz de hesap tutalım ki sonra hesap soralım...

0-6 yaş eder 6 yıl.
Koy üstüne 12 yıl, bir de üniversite ekle 4 yıl; bunun yükseği, master'ı, doktorası, 2 yıl etti mi size 24 yıl? Çarp şimdi dayatılan 3 çocukla. Etti mi toplam 72 yıl...
Bir de çarp taksitiyle, servisiyle, yurduyla, kimlik belgesiyle, kitabıyla, defteriyle ve ulaşımıyla, beslenmesiyle: Ay hesabı işte... Şimdi tüm bunları karşılamak için mesleğini. Tek çaren var, o da bul karayı al parayı ey ahmak kul...
Tahta kafalı olmak için akıllı tahtaya ihtiyaç duyulmaz...

Kıssadan hisse; nice kimya profesörü gördüm alaturka helada alafranga ayak izi bırakıyor. Sanırım bu sistem size o yavaş yavaş kenefin şeklini veriyor...

Tahta kafalı olmak için akıllı tahtaya ihtiyaç duyulmaz...

KATİBİN SETRESİ Mİ?

Yazıcının şerbetlisi mi?
Yine bir Marmara Denizi sabahı ve yine bir başka umuda yolculuktayız… Atı alan Üsküdar'ı geçmiş, biz hâlâ katibim şarkısındayız...

Henüz aydınlanan bir başka günün daha ışıklarında yavruağzı şafak, denizin üzerinde sessizce maviye dönüşüyor. Yolcu, üst salonda yavaş yavaş yerini almakta. Ben ise, çoktan koltuğuma oturmuş klavyemde yeni ufuklara şuursuzca göz atmaktayım. Bu kez Uludağ Üniversitesi'ndeki büyük etkinliğim için Bursa yollarındayım…

Komşu koltukların sahte suretli suratsız gazeteleri elimde olmadan dikkatimi çekiyor. Paydaşı, yoldaşı, yandaşı nasılsa vatandaşın yüzlerini mastürbatif ön ve arka kapakları ile el ele verip örtmüş, pis pis suratıma sırıtıyor. 500 dolarlık eski fahişe mankenin yeni yıl hayali televizyon programı yapmak olmuş, bilmemne müftüsü Noel babaya savaş açmış, zamazingo meclise dalmış gibisinden bir ton aspragas...

Dikkatimi toplamaya çalışırken diğer yanda adı değişmiş ama içi aynılaşmış TV kanalı en garip otosansür yayınına devam ediyor. Çünkü onlar, o marka araba satmadıklarından diğer marka için başörtülü sürücü imajı bozuyormuş palavrası ile kendine yine rant arıyor. Dokunsalı olmayan bir kez daha sorunsal yaratmaya dur demiyor. Ergenekon destanı ekranlarda ama Oğuz destanı es geçiliyor. "Burası acaba benim ülkem mi?" demekten kendimi alamıyorum. Çünkü burası adeta 3. Selim’in oğlunun sünnet düğününün filmi gibi. Hani şu 2010 Avrupa kültür başkenti için 12 milyon dolar ödenekle çekilen ve kimsenin farkına bile varmadığı çakma "kahpe bizans" misali...

Kent arkamızda uzaklaşırken tarihî yarımadayı leşe çeviren prefabrike kılıklı 3 gökdelenden gözlerimi kaçırmaya çalışırken Kadıköy yakasındaki ender yeşil alanlardan biri olan kamu malı meteoroloji arsasına peşkeş çekilmiş 4 gökdelenin iğrenç silüeti midemi bulandırıyor. Sanırım bana yine garip bir şeyler oluyor...

Düşünüyorum... Neden?
Yoksa boşa mı medet umulur duble yolu medeniyet, anıt mezar binayı ise ebediyet sanan cinayetten...

Oysa daha dün bir başka bakan daha, domuz eti yiyen...

Etnik kökeni farklı olan, eşcinsel ve de terörist diye tanımlayarak her tür vatandaşı yine hedef gösteriyor. Bir başkası zaten köhne beyninde başka kavramları hastalık olarak tanımlamaktan da utanmıyor. Sanırım öküzün trene baktığı gibi bakıp bakıp bakakalıyoruz.

Sevinebiliriz...

Çağdaşlık adı altında gericilik, inanç adı altında dinsizlik bir kez daha emperyalistler tarafından Anadolu ailesine servis ediliyor ama bir farkla: Alt güverte kapısındaki küçücük kızın kucağındaki yavru köpek sepetinde olduğu halde gözyaşları içinde yasak olduğu gerekçesi ile kafese konması, aksi takdirde arabaya kilitlenmesi gerektiği yönündeki tartışmaya kimse kulak asmadan... Ah şu memeliler sınıfından, homosapiens denen ve kendini insan olarak tanımlayan, evreni bilmeyen zavallı aciz hayvan...

Üzülebiliriz...
Hayvanlara tecavüzde ve çocuk pornosunda dünya 2.'si, eğitimde Uganda'nın gerisi, cari açık bilmem ki kimlerin eseri zaten emekli, işçi, memur, öğrenci, öğretmen köle edilesi ama çok yaşa padişahım lafının rezil-i rüsva abidesi eseri...

150 kilometrelik füze menzili yetmez, 2500 kilometre olmalı medeniyet denen tenzilatın bedeli...
3. Selim’in oğlu yeniden 12 milyon dolara sünnet olmuştu ya... "Canı da acımıştır mutlaka"yı da düşünmeli...

Bence katibe değil onun setresi uzun yazıcıya soralım, içimiz çamur olmuş, dışımızı bari temiz tutalım...

ALFABE OLURSA YASAK

Mertebe olur savsak
Anadolu Üniversitesi Öğrenci Merkezi salon 2009'dayız.
Akşam alacasının düştüğü soğuk bir kışın Aralık ayının sonundayız.
Eskişehir’in ayazı, keskin bir rüzgârla fingirdeşmekte...
Yavaş yavaş dinleyiciler ana fuayeden muhteşem binaya ısınmak için koşarak girmekte. Salona yöneliyorum... Devamını keşke anlatmak zorunda kalmasaydım diyorum...

Belki bilmeyenler vardır. Yıllardır cebimden ödeyerek, uykusuz kalarak, terleyerek, yorularak ancak erinmeden şevk ile Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde adım adım yurdumu gezerek, en keriz ve en yağlı müşteri durumuna sokulmuş öğrencilerimizi eğitmek için seferber olmuş durumdayım. İçi boşaltılmış, yozlaştırılmış ve "bologna yasaları" denen savsata ile görüş açısı daraltılmış sisteme Don Kişot yanımda olmadan Sanço Panço gibi dalmaktayım...

İşte o gün de girdiğim salonda gördüğüm ve diğer salonlardakine benzer aynı manzara beni hiç şaşırtmıyor. Koca sahnenin iki yanından sarkan beyaz projeksiyon perdeleri ve arasında birbirine bağlanmış üç beş mikrofonlu masa ve de üzerlerinde mikrofonlar... Üstelik, bitişik nizamda bir de kürsü... Yani bir başakakan ve 3-5 boşa bakanlık bir dizin. Bir power point sunumu için ancak izin...

Derhâl masaları kenara çekerek kendime konuşacak alan yaratma çabasına giriyorum. TRT Okul TV, 2 kamera ile bu sunumu kaydedecek ve TV'den yayınlayacak. Çünkü kültür dersi olarak, çağdaş öğrenci topluluğunun bu etkinliği, eğitim amaçlı yayınlanacak... Konumuz ise "Modanın Alfabesi".

Lambiri (ahşap) kaplı duvarda Gazi’nin bir rölyef portresi var. Koca alan O’nun harf devriminin yansıması olmak için mükemmel bir zemin oluşturmuş. Vakit kaybetmeden Z'den başlayarak A harfine doğru kağıtları minik şeffaf yapıştırıcı özel bant ile tutturmaya başlıyorum. Derhâl ilk uyarı geliyor "Rektörün emri var, asla o duvara bir şey yapıştıramazsınız." Sanki mobilya tutkalı sürdük? "Bu işler için özel üretilmiş bir malzeme ve harflerin ne suçu var?" desek de izin yok. Öğrencilerim apar topar 3-5 beyaz tahta temin ediyor ama ne standardı var ne de yeterli.

Boşverin demekten başka çare yok. Bu durumda çarnaçar tek tek alırız o harfleri ve tek tek yeniden anlam yükleriz. Madem tersten okunan Arapça sevdası var, biz de Z'den başlar, "Zebani" der, A'ya gelince "ATATÜRK" ile bitiririz...

O zaman da 2 saatlik paylaşımda kayıt alan 2 kamera ancak yayınlayabileceği belki 15 dakikayı bulur... Çünkü apolitik, aseksüel, asosyal bırakılarak ulema ve ümmet yapılmaya çalışılan gençlik bu şekilde mi uyutulur..?

"Modanın Alfabesi" galasını böyle yaptı.

Çünkü ALFABE olursa yasak, mertebe olacaktır daima SAVSAK..

CANCANLI YAYINDAYIZ AMA...

Kankan dansında mıyız?
Malumunuz gün geçmiyor ki, ekranlarda arz-ı endam etmeyeyim.
RTÜK’ün kaldırdığı Top’lu İğne, ardından Ç’engelli İğne ve de kovulduğum "Bu gün ne giysem?" de var elde...
Bu durumda Allah hakkı üç eder deseler de...

Her gün bir kanal ya da dergi, bazen internet sitesi, bazen de bir gazete arayıp duruyor röportaj diye.
Aslında hepsi aynı hikâye...

İşte geçenlerde de bunlardan birinde, bir başka sabah kuşağında canlı yayındaydım, "Keser döner sap girer" deyiverince de geciktirici tuşuna bastırtmaktaydım.
Bip, bip aslında yok ki bende tip.
Lazımsa eğer birilerine ip, o zaman ibişin altında da vardır bir cip...

Anlaşılmaz olan ekranların şaşkınlığı.
Bu durumda konuşulur mu ben Yamağın taşkınlığı?

"Büyücü" demek yasak, "sihir" de.
"Falcı" demek yasak, "medyum" de. Sonra da otur keto ile memişi izle...

Ne söylememiz konusunda birileri jakoben şekilde karar veriyor.
Oysa bakın, atı alan Üsküdar'ı Makyavel bir ritimde geçiyor...

1980 sonrası TRT'de "devrim, çağdaş" gibi kelimelerin yasaklanması bize bugün ne kadar komik geliyorsa kimbilir bugünküler de yarın o kadar komik olabilecek.
Unutulmayan sözler ise yaşayarak o günde geçecek...

"Kovulduk ey halkım unutma bizi" demeden, dereye paça sıvayıp girmeden, köprüdeki ayıya dayı demeden bir yere gelmek zor değil. Yeter ki başınıza konmasın utanç ile öne eğil...

"Barbaros Şansal’ın Türkçe’nin esnek yapısından faydalanarak eşcinselliği meşru bir olaymış gibi yansıtmaya çalıştığı kanaatine varıldığından dolayı" çakma avukat ile devletin yaptığı uyarı teblikatı ise beklemez artık mehil.
Çünkü kalmadı melekette iş-i ehil...

Gelelim sadede.
En az 2 yıl veda ettim banttan yayın diyenlere.

Ancak bundan sonra sadece canlı yayındayız, nasılsa zührevi hastalıklar hastanesinin adını artık cacan olarak hatırlamaktayız.

Soğuk ve kara savaş rüzgârları esmek üzere.
Yeni yıl kara çarşaf altından çember sakal gezdirmekte.

Ancak babaannemin ben küçükken "sakızınla uyuma pipine yapışır, çişini yapamazsın" diye beni kandırdığı günler artık işin aslını şu lafa getirmekte: "Haram yeme, k**ına yapışır."
Sonra dışkılayamazsan halkın mezarını kazar arınır.

Eee kazı kazan, kazan kazan!
Nasreddin'i unutan acaba hangi abazan?