Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

31 Temmuz 2012 Salı

ADI, KAPIDA KALMIŞ PARK

Maçka demokrasi parkı
Nasılsa, kitap okumak için parka gitmeye kararverdim bu pazar.
Kırık dökük bir bank buldum ağaç altında.
Sadece kapısında adı kalmıştı yazık, yerim maçka demokrasi parkında.

3-5 çift kıyı köşe tenhalarda oynaşır,
Kimi şortlu, kimi başörtülü akıllar da zorlanır,
Balona nişan atan amca sağ kapıda, pamuk şeker ise hala yoktu ortada.

Pası renge dönmüş boş kaydırak.
Nasıl da çucukluğum geçmiş haberim bile olmadan gaydırı guppak.
Şimdi tahtarevalli olmuş pantalona taksitle Cavalli,
Kitabın ilk sayfasındaki önsöze nazire eder misali.

Oscar Lewis'den işte hayat!
En vurucu bölüm, "Anam bir or**puydu’’ ancak,
Sayfalar döndükçe, hayata dair sayfa dolu kavramlarda vardı yakacak.

Aheste bir bebe salıcakta sallanmakta,
Annesi arkasında onu 4 gözle kollamakta,
Orta halli bir mutluluk,
Ama kaygı genç kadının gözlerinden bariz okunmakta.

Bir sayfa daha geçti gitti fasikülü okurken,
Kalmadı keşkül muhallebicide solurken,
Yoktu araba kamyon sesi,
Tek celbi geçmişin bugünkü nefesimdi.

Nedense yoktu hiç cırcır böceği.
Olup biten tek ses, o annenin sevgi dolu seferi.
Kalabalıklaştı bahçe birden,
Bilemedim nerelerden geldiler üstelik kimlerden?

Bir başka anne de geldi salıncağa,
Genç kadın hemen aldı sallanan bebesini kucağa,
Buyrun dedi, sıra sizde,
Efendilik saklıydı sözünde.

Koydu koca memeli kadın azman oğlunu salıncağa,
Bıraktı geçti attı kendini bir başka banka,
Ne sallayan var ne kollayan azmanı,
Anası başladı çekirdek çıtlatmaya kaldırmadan başını.

Genç kadın kenarda bebek kucağında,
Zaman geçiyor akarcasına...

Azman itip kakıyor zincirleri,
Gözümde incelediğim hayatların dizeleri,
Bebek hala açmış salıncağa ellerini,
Ama gören kalmamışki çaresiz hallerini.

Koca memeli kadın umursamaz,
Bir başka anne evlat da sırada o anlamaz,

Çıtlar çekirdek dağı önünde manda küspesi gibi şekliyle,

Üstelik dünya onun iman onun gerisi hep hikaye...

Bir fasikül daha okuyorum işte hayattan,
Ama gözüm kalkmadan salıncaktan.

Diğer genç anne gidiyor bankta oturan kadına,
Hanım sıra bize gelmez mi diye sormaya.

Ters bir bakış, hayvani br haykırış duyuyorum.
"Ramazan günü açık başınla ne hakkın var senin salıncağa.
Burası bizim belediye, bize yapıldı" diye bağırıyor güya anlatmaya.

Genç kadın kapıyor bebeğini, hemen koyuluyor yola.
Demokrasi parkının kapısından çıkıp, yeniden hayatını aramaya.

Diğer genç anne suskun çaresiz,
Alıyor çocuğunu yürüyor ibaresiz.

Son fasiküle bir sayfa kala kırıyor köşesini kapıyorum kitabı.
Adaletin heyekelinin gözü bağlı, terazisi eğri, kılıcı keskin hesabı.
Usulca yaklaşıyorum azmana.
Hadi bacım güle güle kullan salıncağı, ileride tahta revan da var otursana!

27 Temmuz 2012 Cuma

BİZE MELEK GEREK

Eskiler...
Küçücük bir çocuktum.
Teşvikiye caddesinde, Tikveşli Apartmanında oturduğumuz yıllardı. Çapkın babamın yoğun sosyal yaşantısı nedeni ile birçok önemli kimliği de tanıma fırstatı buluyordum ve yıllar geçtikçe, bu topraklarda ne idüğü belirsiz seviyesizliklerin ne denli rağbet gördüğünü bir kez daha anlıyordum.

Devrin en önemli politik mizah dergisi ŞAMBABA'nın kızı ile evli, yakışıklı, spor Amerikan arabalı mimar bey, çoktan genç ve ünlü sosyetik güzeli metres tutmuştu. Topağacı başına bir de butik oturtulmuştu. Adını, o yıllarda bilmediğim bayanın varlığını, butiğine giren süper mini tekli, akaju krepeli kabarık pembe saçlı ve oldukça kısacık etekli seksi kadının da annesi olduğunu söylediklerinde ilk kez duymuştum. Üstelik o yıllarda zina da suçtu...

Aradan yıllar geçti. Babam yeniden evleniyordu. Bir akşam üzeri Erenköy Ethem Efendi Caddesindeki köşklerin olduğu bahçeye davetiye bırakmak üzere gitmiştik. Çam ağacının altındaki demir koltuklar ve taburelere tam yerleşmiştik ki, o pembe saçlı kadın beliriverdi. Bir de ağzında sigarası, sarkmış dudakları ile alttan alttan bakan ihtiyar adam... Birkaç laf ardından peder davetiyeyi uzatarak "düğünümüz var bekleriz’’ dedi. Yaşlı kurt bana ve müstakbel üvey anneme bakıp: "İyi de, bunlar çok küçük, evcilik mi oynayacaklar? Ama genç yaşta evlilik iyidir. Çok gezen babuş çok bok getirir’’ dedikten sonra beni yanına çağırmıştı. Şaşkınlıkla onun koltuğuna doğru boynum önde yürümüştüm. Genelde yaşlı amcalar o yıllarda başımızı okşarlardı. Bunağın elini kalçalarımda hissettiğimde yıl daha 1971'di...

Aradan yine yıllar geçti sanırım 1978’lerdi. Bu kez modacı ve butikçi olan sapkın kurtun kızının defilesine hazırlanıyorlardı. Peruğunu takmadan müşteri karşısına asla çıkmayan bayan, aslında kullandığı aşırı uyuşturuculardan dolayı saçını kaybetmişti ve üstüne üstlük yoğun cilt problemleri de yaşamaktaydı. Bu durumuna rağmen mimar sevgilinin yerini devrin ünlü sahne kadınlarıyla meşhur olmuş Giresunlu bir çapkın ile doldurabilmişti...

İlk defile asistanlığım olan o işte karşılaştığım o kadın, adını yıllar önce Topağacı başındaki butiği sayesinde tanıdığım aşifteden başkası değldi.
Yaşlı kurt ve pembe saçlı karısı göçeli yıllar devrilmişti. Zaten sapkın kurtun erkek kardeşi kendini tren altına atarak intihar etmiş, onun oğlu ise cinsel uzvunun fotoları ile Kadıköy'den Fatih'e ne çok kadını taciz etmiş, tehditler ile canından bezdirmişti.

Sarkık dudaklı adamın oğlu ise alkolizmden vefat etmiş diğer bir kızı ise kansere yenilmişti...

Bugün sahil yolundan geçerken içimden bilin ki ne geçti?

Bir tarafta, güya erdem abidesi yapılmış bir kültür merkezi, ama içi beş para etmez ve ailesi bile kelek,

Birkaç yüz metre ileride ise bir barınak içinde yüzlerce masum ve tutsak melek!!!

24 Temmuz 2012 Salı

TÜRK USULÜ

Olumsuzluğun normalleşmesi
Hastasıyım şu tabirin. Diğer adı Alaturca olan Türk usulü yani...
Dünyanın 17. büyük denen ama Badem Bıyık ekonomisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçe bile imha olurken, ben de şu terime bir başka açıdan bakayım dedim...

Nasıl yaşanır?
Ya en bakir yeşil alanlara kondu kondu gece kondu yapılır ya da her yere rüşvet kokan birer gökdelen çakılır... WHO yani Dünya Sağlık Örgütü, kişi başına düşen yaşil alan miktarını asgari 9 metre açıklarken, orman açısından en zengin kentlerden biri olan İstanbul'da bu oran 3 metrekareye iner. Oysa gökdelenler şehri Newyork'da bile bu miktar 21 metrekareyi aşar. Kentsel dönüşüm ve enflasyon düşürücü etkisi ile başdöndüren bir katakulliye girmiş olan yapılaşma, her yere şap döker sıvar. Biraz çok renkli blok, hemen yanına yapı market, plastik çocuk parkı hatta sağlık ocağı ve bir okul ve de bir adet camii... Her yer çanak anten ve asılı çamaşır, geriye kalmadı ki bir mani...

Nasıl teknoloji kullanılır.
Genelde faiz ve faturalama, hatta telefon dinleme ve afyonlayan diziler ile yarışmalar en çok görünenler olsada aslında dünyada çocuk pornosunda ikinçi sıraya yükseldiğimizden pek bahsedilmez. Çipli pasaport için 3 ay sıra beklenir ama tahsilatlarda gün geçerse faiz işlenir... Bağıra anıra telefon kunuşmaları gerçekleştirmek de Türk usulu davranışlar içinde gerçekleşir.

Nasıl kamusal alanda kuyruğa girilir?
Böyle bir kavrama Türk usülunda pek rastlanmaz. Protokol yolları ve trafiği kafasına göre kesebilir. Emniyet şeridi, kuyruğa ekleme yapma, umursamadan hatta izin bile almadan, acelem var diyerek en öne geçme en belirgin üsluplardır.
Bazen başkasını hizaya sokup, gezip tozup tam vakti geldiğinde yerine geçmek de gelişmiş taktikler arasında yer alır. Tüm bunlara rağmen pek sorun yaşanmaz. Herkes kaderine razıdır.

Nasıl yolculuk yapılır.
Bineceği vasıtaya yolcu kendinden büyük ve ağır bagaj yükleme yarışında dünya birincisi olabilir. Kundaktaki bebeği, başüstü dolabına koyma vakası bile görülmüştür. Gittikleri yabancı ülkede, ilk işleri dönerci ve kebapçı sormaktır. Daha sonra, "Bu gavurlarda hiç kafa yok, şu park bizde olsa ne siteler yapardık" yorumu gelir. Gün doğumundan gün batımına sadece dükkan ya da alışveriş merkezi gezilir, ayak üstü fastfood tüketilir. Bavullar tıka basa doluncaya kadar kendinden de geçilir. Fazla bagaj ücreti konusunda hep sorun vardır. Sergi, müze, tarih pek Türk usulüne girmez, akıllar Viyana kapılarına dayanmış dedelerden öteye geçmez... Yerel insanlar ile tanışmak ve kültür alışverişi ise asla gerçekleşemez.

Nasıl kutlama yapılır?
Damat yumruklanır. Halay çeklilirken balkondaki bebeler kurşunlanır. Stadlara döner bıçağı sokmak, avaz avaz küfür yapmak sıradandır. Piknik yapılırken sırtlar denize, yüzler otoyola bakar. Arkada bırakılan çöpler dağları aşacak boyuta ulaşırken, mangal nedeniyle ormanlar bile yanar. Zengin havalarda dolar savurursa da en fakiri bile yakaya para iğneleyip sahte altın bile takar. Alkol hep dozunu aşarken, taciz dahil her tür olumsuzluk normalleşir.

Peki ya siyaset?
Var mı ki? Cepler doluysa yandaş, paydaş, candaş, sağ olduysa geresi teferruattır...

17 Temmuz 2012 Salı

KAPLANIN ÖLÜMÜ

Minik bir kalp durdu

Çoğunuzun gözünden kaçtı biliyorum .
Belkide çoğunuz ah vah dediniz geçti gitti
ama vahşi sistemin ormanında bir bebek daha ölüme itildi..

Olay barınkata geçiyordu geçiyordu.
Bir hamile kaplan bebek bekliyordu .
Ormanın büyücüsü kontrolünde geçen gebelik sürecinde her şeyin yolunda olduğu söyleniyordu.
Son muayenede zamanın geldiği ve barınağa yatması gerketiği de bildiriliyordu ..

Gede kaplan kendi medyumunun da görevli olduğu bölgeye doğum yapmak üzere gitti .
Henüz suyu gelmişti ki doğum mağarasına alındı .
Saatler süren sancı sürecinde hep bir problem vardı ama sezeryan yasaktı. Canhıraş çığlıklar arttıkça bebek sağlığı için bağlandığı aparatta bebeğin kalp atışları normalden uzaklaşmaya başlamıştı.

Sırtlanlar çullandı kaplanın üstüne. Ikın sıkın bağırtıları arasında tam 4 sırtlan bastırmaktaydı karnının zirvesinde ellerini tüm gücüyle hemde saatlerce ..

Derken yavaşladı minik kaplanın kalbi
Kimse fark etmemişti yırtılan rahmi

Sezeryan masasında da devam ettiler karnına bastırmaya
Oysa karın zarına saplanmıştı bebeğin başı mübarek kandil akşamı nasıl olsa

Kanama şiddetlenip doğum gerçekleşmeyince sezerayanla alındı kaplan
Sırtlanların kafasındaydı sanki bu hain plan

Doğdu minik kaplan sırtlan hasarlı
%80 ağır darbe almıştı minik hayatı
Derhal başka hayvanat bahçesine nakledildi kaplan bebek
Sırtlanlar ameliyata aldı anne kaplanı

Çok geçmedi ölüm haberi geldi bebeğin
Kapıda deliye dönmüştü kaplan baba
Çünkü ölmüştü yavrusu yıllardı beklediği emelinin

Bir de sırıttı sırtlanlar kıs kıs
Dua edin anne ölmedi dediler
Mübaret kandil gecesi dua emri verdiler

Söz düğüm oldu boğazımda
3 çocuk yapın diye bağıranlar tüm hayvanları imha edip kısırlaştırırken
Sırtlan ruhlu hayvanları çoğalttılar ..

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Resmi iktidarın çerçevedeki son resmi!

Depremin üzerinden çoktan dokuz ay geçmiş,
Ağır hasarlı stadyumda malum sermayenin mahşeri mitingi var.
Tribünlere çıkarılmayan halk guya kıyamet gibi zeminde toplanmış,
her gün çadırlarda cayır cayır yanan o çocuklar meğerse boşunaymış…
Elimde, Yıldırım Türker’in son yazısı ve bir de resim,
Sanki Serdar Ortaç bestesi seçmişim.
Çerçeve değil resim arıyorum.
Boş işlere dalmışlar takiyyeden hepsine şaşıp kalıyorum ..
Unutmak mümkün mü Yunus’un enkaz altındaki o son bakışını?
Geç müdaheleden yitirmiştik zar zor kurtarınca yaşamını.
Bir internet kafade yakaladı onu ölüm.
Şimdi altın varak çerçeveye de koyduk anısını.

Anasını almadan gitti Yunus sessizce.
İbretle izliyoruz çadır olamayan Van’ın karşısındaki Hatay’ı konteynırkent ile.
Alayın düpedüz leş bir belgesi bu..
Sadece midem bulanıyor artık bu satılık biatı görünce.

Dehşetin ve cehaletin utanmaz fotoğrafı karşımda.
Hemen ardındaki film de gişe rekoru sahibi olur nasılsa.
İpek eşarplı pahalı çantalı bacılar koşu pistinde.
Ama aklı selim kalmadı ki koşalım biz adam olanın izinde.

Sanki başarının plastik profile yaldız sürülmüş çerçevesi armağan.
Baktıkça içim artık ağlıyor, oluyor darma duman.
Söyleyin hangi zihniyettir bunun anası?
Anlamadım inanın bu neyin kafası?

Van depremi anısına Yunus’un bu unutulmaz belgesi.
Şimdi fahri doktoranın olsun mu çakma yaldızlı sureti ?
Pişmiş kelle gibi sırıtarak bakıyorlar.
Bana bunların hepsi sanki nekrofili dedirtiyorlar.

Kopyalayın bu resmi asın duvarlara.
Atatürk’ün portresi yerine tüm sokaklara ve resmi kururmlara.
Ampul gevşek laflar gevrek.
Resmi iktidarın basiretsiz resmini tarihe geçirmek gerek.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

HAYVANLARI SAKIN KORUMA!

Halk sağlığı korunacak diye
Yepyeni toplama kampları geliyor.
Her ölü kedi, 13 dakikalık elektiriğe dönüşüyor.

Dolmabahçe'de ünlülerimiz toplandı.
Başbakanımız, patisini bana uzatmıştı bir kereyi anlattı...
Ankara Barosu Hayvan Hakları Kurulutayı'nda her şey masaya yatıktı.
Tam 31 dernek, sanırım konuyu tersten anladı ve sonuçta 13. madde, 31. maddenin tersi olarak mevzuatta yer aldı...

Üretimleri durdurulmuyor, akisine üretimciler destekleniyor ve işletmeler pazar payı bulamadıklarında, sahiplendirilemeyen ya da sonradan terk edilen hayvanlar barınakta düzenli toplanıyor, RM'lerde süre kısıtlaması olduğundan ormanlara atılıyor... Sorun atık ise, bu durumda ormanda katı atık bertaraf tesisine izin verilmesi ne?

Katı atık geri dönüşüm merkezleri geliyor.
Hayvanları sakın koruma kanunu dişlerini biliyor...
Rantiyeciler elbette ellerini ovarak, ceplerine dolacak petro dolarlara seviniyor.

"f) Yetkili otorite tarafından izin verilmesi durumunda 7'nci maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan kategori III materyali, pet hayvanlarının beslenmesinde kullanılır" ile özel besleme amaçları...


Hepsi gidecek...
Hayvansızlaştırma, halk sağlığını iyileştirecek.
Angutların ithal hayasız angusları ile besleneceksiniz.
Ama coğrafyanızdaki tüm canlıları diğer canlılara yedirecek...

"MADDE 13 ‒ (1) Halk ve hayvan sağlığına yönelik risklerin kontrolünün sağlanması şartıyla, 9'uncu maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında belirtilenler haricinde ve insan ve hayvanlara bulaşabilecek bir hastalık varlığı veya şüphesi sebebiyle, ölmüş veya öldürülmüş hayvanlardan elde edilmemek şartıyla 7'nci maddenin birinci fıkrasının (b) ve (c) bentlerinde yer alan kategori II ve kategori III materyali;

a) Hayvanat bahçesi hayvanlarının,

b) Sirk hayvanlarının,

c) Sirk hayvanları ve hayvanat bahçesi hayvanları haricindeki sürüngen ve yırtıcı kuşların,

ç) Kürk hayvanlarının,

d) Vahşi hayvanların,

e) Av köpeği sürüleri veya tanınmış köpek çiftliklerindeki köpeklerin,

f) Barınaklardaki kedi ve köpeklerin,

g) Balık yemi olacak solucan ve kurtçukların,

beslenmesinde kullanılır."

Ve sadece bu kadar değil.
Bu merkezler biofuel de, elektrik de üretecek yani siz bunu okuduğunuzda, bir ölü kedi daha yanmış ve ekranınızı şenlendiren bir kedicik resmi olarak görünecek...
Ormanlık alanlardaki katı atık bertaraf tesileri bu işi, Çevre ve Orman Bakanlığı ile el ele becerecek…

Acaba neden hepsi barınaklara yakın hiç düşündünüz mü?
İthal ya da dönüşümün haram mamasını yedirmektense, çöpe atılan helal ekmeği yoksa tesadüfen gördünüz mü?

İçerisine sineğin bile girmesinin yasak olduğu alışveriş merkezleri, sokak hayvanlarına kapılarını açıyor diye reklam yaparken, size sunulan sözde sistemi böğürdünüz mü?

MADDE 1 ‒ (1) Bu Yönetmeliğin amacı; halk ve hayvan sağlığına, gıda ve yem güvenilirliğine yönelik riskleri engellemek veya asgariye indirmek amacıyla, insan tüketimine sunulmayan hayvansal yan ürünler ile bunların türev ürünlerinin usul ve esaslarını belirlemektir.

Yıldırım Mayruk Moda Laboratuvarı, 2023'e Hikayeler - Defile XXI, PART 3

Yıldırım Mayruk Moda Laboratuvarı, 2023'e Hikayeler - Defile XXI, PART 2

Yıldırım Mayruk Moda Laboratuvarı, 2023'e Hikayeler - Defile XXI, PART 1

Bandıra bandıra yesin Türk…

Bandrolü Türk ama cigarası Amerikan.

Teknesi Türk fakat bandırası Amerikan

Bandıra bandıra yesin Türk ancak…

Ara bezi Amerikan, peki nasıl dursun bu kan kan?



Şöyle bir baktım beton sahildeki banka oturup.

Balıkçıların kamışlarının ardından…

Peşisıra Boğaz’dan geçen lüks motor yatlar vardı,

Azimutlar, Rivalar, Chrisscraftlar, maunlar… Boy boy, renk renk, kat kat…

Ama hepsi adeta azmandı



Kıçlarının berisinde taşlı gözlüklü hanımlar

Ardında Zodyak şişme bot, belli ki trışkadan bağlılar

Dümen başında ameleden hallice çapkın kaptanlar

Ve ön güvertede 3 -5 cıbıl cızbız ikoncan

Göbekli kel patron üst güvertede;

der va mı bana bakan yan?

Puroları cinsel uzvundan daha büyümüş zenginliğin

Dımtıs dımtıs bir pop ucubesi, katili dinginliğin

Masalarda boy boy Amerikan viskisi

Hanimiş benim aslan oğlumun pipisi

Çaresi var mı ezilmişliğin ey tiksinti ?



Silüette yıllara direnmiş Şehit Turan Emeksiz

Orada servis çay ve simit, ama seyrü sefer aslında yemeksiz

Belki de bu yüzden yok ekranlarda sebebi müsebbib demeçsiz

Deniz otobüsüne binecek parası mı var o zümrenin ey densiz



Birkaç küçük kayıktan ucu yemli olta

Yatların dalgasından adeta yemekte kolpa

Nasılsa ekmeği denizden çıktığında alacak volta

Kayığında yok ne Nataşa ne de Olga

İşi ekmek parası, keşke deniz ona bereket doğursa



Hiç birinde yok Türk bayrağı bandıra

Nasılsa Meclisimiz tatilde artık, marinalar olmuş mandıra

Hepsinde dalgalanıyor Amerikan bandıra, ballandıra ballandıra

İyi de adları Türkçe, vergisi niye gavurca?



Düşündüm; fakir mi bu yatların sahipleri?

Peki ya vergi levhası istatistikleri?

Acaba bilirler mi meçhul-u failleri ?

Belki de onların elinde birlerinin gönder iplikleri

Deniz bile bizden çıkmış ey bu ülkenin sefilleri



Motoru ithal, dekoru ikbal

Hayat onlara güzel, gerisini sen de seyre al

Bir de Amerikan bayrak sen tak kıçına

Denizde yoksa sapı girer karada karnına nasılsa

Bugün ne giysem?

Ne zor sorudur şu, hele de göz önünde biri iseniz .

Hep çok ünlü birinin, son 10 yılında neler giydiğine bir göz atalım deriz .

Ama bir baktım ki ne görelim, sanki adımız keriz ?

Herşeyi giymiş bizim popüler kültürün zibidisi.

Lakin bir tek kendi kimliğini giyememiş emperyalizm efendisinin kölesi kereviz …



Yıllar yıllar önce bir resim gördüm, arşivden.

Grev gömleği üzerinde hem de Sümerbank’ın Amerikan bezinden.

Hemen yanında amatör futbol takımı pozu üstelik en çizgilisinden.

Tiyatro sahnesinde ayyaş olmuş, bira şişesi elinde oyun rolü yüzünden.

Sonra çocuk kakası rengi polyester takım, ütüsüz cinsinden.

Üstelik ekranda saçında boyası gürlemiş en kalitesizinden ..



Derken Amerikan rengi kravatlar, kolalı mavi gömlekler ve pilot gözlükleri gelmiş.

Meğerse vahşi kedi markası ayakkabının tabanı kırmızı köseledenmiş.

Piknik örtüsüne özenmekten, hafta sonu sadece kareli gömlek severmiş.

Ama beyaz gömlek giyince Büyükada beygirinden düşüvermiş.



İlk kefeni pamukludan hallice.

Ha süngü ha miğfer reklam afişi her yerinde.

Sonra kol boyu çok uzun, koyu yünlü takım elbise.

Ama gittikçe bollaştı pantalonlar içine torba yasa girince.



Derken bir cübbe modası günlerce.

Ne dini Meclis ne Üniversite yetmemiş renk renk gelince.

Tak koluna altın saati bir de.

Olmadı bir kefen gömleği daha, her sıkışıp feryat edince.

En sonunda kokpite oturup meşin montu sırtında.

Ama uçuş tulumu yok ki aslında o montun altında.



Her gün yeni bir kılık giymiş, bu gün ne giysem diyerek.

Ancak olmamış asla modası geçmeyecek stil demode kimliğinden.

Bu günlerde entarisi de ütülenecek.

Yakında atlet olup koşarsa arkasından rüzgarda üfürecek.



Griler, lacivertler, siyahlar.

Hiç olmadı hayallerinde kırmızı beyazlar.

Varsa yoksa turuncular, morlar, oranjlar.

Lambasını idareli kullanmayınca,

Gittikçe kamburlaştı terzideki makastar ..

Tipine göre meslek..

Doyurmak için bakkallarına, sağlıkları için hastane ve sigorta primlerine ama imajları için terzilerine muhtaç yaşarlar …

cı’lı ci’li işler meslek olmaz, ya başlarını örter ya da kıçlarını açar pespaye hayatlar yaşarlar …hepsinin yüzlerine gülünür ama cenazelerinde helallik verenler arkasından epey küfür üfürür…







Tipine göre meslek..

Gazeteci : Ağzındaki Havana purosu cinsel organından büyük, pahalı altın saati bir iş takibinden ya da bir ihaleden hediye, sakallı ya da sakalsız, hep Amerikan rengi kravatlı ve kolalı yakalı hatta siyah pilot gözlüklüler ordusudur.

Bazıları çok renk kullanarak öne çıkmaya çalışsa da, Genelde içlerinde albenisi olan azdır. Dişileri, ünlülerin ya belden aşağısına çetele tutar özelliklere sahip olmalı ya da ekranlarda panter gibi siyaset veya magazin konuşarak erkekleri dağıtacak usluplar taşımalıdırlar. Çoğu zaten çok eşlidir ..Kabarık veya boyalı saça ya da sonradan takılmış sıkma başlara ihtiyaç duyarlar. Genelde bedava ve avanta hayat yaşayıp geçindikleri için göbekli olurlar .

Hiçbir kurum ve dernek takmazlar.

Bir tek patron ve yandaşlarına yalakalık yapar kafalarına göre lüks içinde yaşarlar.

Tabii bir diğer kısmı da ideallerinden ve vatanperverliklerinden ödün vermedği için demir kapılı yerlerde zorunlu tatile gönderilmiştir.

Ülkemizde 100 den fazlası tutukludur.



Kerhaneci : Üzüm siyahı boyalı saçlı, biryantinli cilalı, pala bıyıklı ve de bir kaç altındişli olurlar . Yumurta topuk mertcivan iskarpinler bıçkın delikanlı yürüyüşüne yardım eder ve beyaz çoraplar tutkularıdır. Yürüyüşleri tuzsuz deli bekire benzese de eller tesbih sallamaktan nasır bağlamıştır.

Dişileri deniz anası kadar yayvan, ağarmış saçları topuz ama dudaklarda muhakkak kıpkırmızı boya taşırlar. Altın, bu cinste küpe ve bilezik olmuştur .

Sermayeleri halk olsa da devlete çalışmak zorundadırlar. Genelde sonları cinayet adam yaralama gibi suçlardan mapus damında yaşlanmak olur.

Emekliliklerinde kenara çekilir ufak bir yaşama razı olurlar ..



Güvenlikçi : Hafif apaçi gibi jöleli saçlı, ya şişman ya çok zayıf ve yekpare kaşlıdırlar. Dişilerinde de ya uzun ya da kısa gibi benzer tezatlar sık sık görülür. Genelde güvenlikçi olamayacak kadar yetersiz tiptedirler. Özel şirketlerde 700 tl gibi bir ücretle kapı bekçiliğine gönderilirler. Çok azı meslek yüksek okulu mezunudur. Çoğu liseden terk bile olur. Verilen ünüformalar ile şekil iyice bozulur. Meslek terbiyeleri olmadığından ve hedef gibi en öne konduklarından omuzları kalkık ama öne bakık formda durular.

Çoğunlukla bağlı bulundukları Meslek Oda’ları ve örgütleri bulunmaz. Cemaat inşaat model teşkil ettiklerinden sektörlerinde bolcadırlar. Çok kısa süreli çalışıp hemen kaçarlar. O yüzden pek yaşlısına rastlanmaz.



Temizlikçi : Daha önceki yıllarda apartman camlarında şalvarlı ve yemenili görülen dişileri artık yer kovası ve ithal saplı paspaslı, genelde pembe ya da gri mavi önlüklü, üniformalı ve başları boneli hal alarak çağ atlamışlardır. Erkeklerine fıstıki yeşil ve çam yeşili kedi gözlü tulum ve yelekler takılarak taşaron hamalı yapıldıkları açıkça sergilenir. Genelde sendikasız hatta bazen sigortasızdırlar ..

En uzun süreli meslekler arasındadır, elden ayaktan düşüp muhtaç hale gelene kadar temizler ama bir türlü temizliği bitiremezler.

Hukuğa işleri hırsızlık iftirasına uğradıklarında ya da cinsel taciz olduğunda düşer.

Genelde namuslu ve ahlaklı insanlar bu durumdadırlar.



Öğrenci : Devlet tarafından en keriz ve en yağlı müşteri haline geldikten sonra meslek halini alır.

0-5 yaşında çalışma kampını andıran, kapısı okulundan görkemli formasyon fabrikalarında çalışan işçiler gibidirler. Dişilerinde kimi pardesü ve eşarpla örtündüğünden tipi pek anlaşılamaz. Erkeklerinde ise kimi ya bele kadar yüksek gri kumaş pantalon ve beyaz gömlekli, kimi de jean ve küpeli olmak üzere çok çeşitli özellikler sergiler. Herhangi bir şekilde bakanlıkları, sigortaları, sendikaları bulunmaz.

Sesini yükselten ya atılır ya da içeri tıkılır. Gaziantep Üniversitesi’nde 55 yaşında hala 4. sınıfta olanlar vardır.

Ancak 600′den fazlası sisteme itiraz ettiklerinden çeşitli nedenlerle hapiste bulunmaktadır.

Yönetimler onları genelde bozuk süt, job, tekme, biber gazı, hardal gazı gibi ürünler ile beslerler.

Ancak lüks vakıf okulları ve kolejlerde okuyanlar bu gruba girmezler, onlar Jaguar arabaya sadrazamın sol hayasından düştükleri için binerler.



Oyuncu – Şarkıcı : Toplumun en öncü şekillendiricileridir. Erkekleri çok küçük yaşta ya amele ya fakir olarak mesleğe başlar. Genelde kalın kaşlı, çok saçlı, gözü yaşlıdırlar.

Bir abla ya da abi ellerinden tutunca lüks araçlı bol karılı hayatları başlar. Haydan gelen huya giderek yaşar, herkese tafra yaparlar.

Dişileri bol estetik ameliyatlıdır. Kalkık kaşlar şişmiş dudak ve göğüsler zengin erkekler ile çok seviyeli ilişkiler toplumun ahlakını da belirler.

Herkesin olmak istediği meslekler arasında olsa da bu sektörde zengin olarak ölenine çok az rastlanır, çabuk kocadıklarından yardım jübilelerine malzeme olurlar.

Dernek falan olsa da muhakkak imaj makerları ve danışmanları da olur. Fal, silah, kumar, alkol, uyuşturucu, seks, şan ve şöhret içinde kelebek gibi pır pır coşarlar.

Genelde asosyal ve apolitik olsalar da siyasetçilerden ve gazetecilerden de avantaya bayılırlar. Karşılıklı popülerlik ilkeleri böyle doğar.

Hukuğa, o bana bunu dedi ben ona bunu dedim kavgaları ile yada boşanma davaları ile hep muhtaçtırlar.

Çok azı iz bırakır…



Siyasetçi : Hemen hemen hepsi göbeklidir.

Saçlarının tepe kısımları ve bıyıkları ile kaşları akaju siyahı abanoz rengi boyalı olur.

Kravat iğnesiz, rozetsiz, kol düğmesiz pek gezmezler. İllaki çapkındırlar .. Hatta plastik çiçekleri bile sularlar. Bir dönem parlemantoda olmaları hem kendi haklarını hemde seçmenlerinin haklarını belirler.

Genelde dişileri illaki metazori oraya gelmişlerdir. Zaten en kışkırtıcıları dişileridir.

Zengin ve dokunulmaz olmanın en arpalık mesleğidir. Bedava yer içer, yaşar, barınır, tedavi olur, yolculuk ederler.

Hukuk onların yanındadır, asılsalar bile sonlarında hep haklı dırlar va ak dırlar .



Sanatçı (!) : Bu ülkede haindir hedeftir gereksizdir…

Eski köye yeni adet getirmeye, başımıza icat çıkarmaya çalıştıklarından ucube denir, içine tükürülür, hedef gösterilirler.

Sahneleri eserleri performansları hep sorun yaratır.

Kimseye benzemediklerinden ve kendi olduklarından aykırıdırlar ancak mesleki adları bile bu gurup altına toplandığından çaresiz kalırlar.

Oysa virtüöz müzisyen, ressam, heykeltraş, balerin, balet, tenor, bariton, seramik sadekar, gibi bir çok kolda gerçekten meslek sahibi olurlar .

Ancak ne gazeteci ne siyasetçi ne kerhaneci ne de temizlikçi ve güvenlikçi onları anlayamaz. anlayan belki öğrenci olsa da onlarda sürekli afyonlandıklarından zor algılarlar.

Suçlu vantilatör!

Bir müddet önce tutuklu nakil aracında diri diri yandı mahkumlar..

Sonucunda şarkı olmadı ya Nihat Doğan’dan fındıklar ..

Derken plaja çekildi Mersin’de kablolar çok sıcaktan..

Oysa Urfa’da feryat vardı canhıraştan..



Evet diri diri yandılar tutuklular nakil aracında..

Öylesine izlemiştik ekranlardan akşam yemeği sofrasında.

Sonuç ne oldu bilmem ama vantile değildi ızgara demir küçük camlar şeklinden..

Asker de açamadı o gün kapıyı.

Zaten davanın konusuda kapatmıştı kapıyı ..

Suçluydu vantilasyon …



Sonra Mersin’de sıcaktan plaja vantilatörler yerleştirdi başkan.

İşte asıl hizmet burada başlıyordu hem kurudan hem yaştan.

Kum ve deniz üzerinde çoluk çocuk,

bir de her yerde 3 lü priz ve kablo.

Haydi bas üstüne oluşsun elektirikli ızagaradan tablo.

Burda da suçlu vantilatördü.

Ama sabah haberlerinde plastik şezlonglarla örülüydü ..



Madımak’ta yoktu vantilatör, ama üfürükçüden geldi raportör .

Sonra kebapçı olsun dendi ama sonunda metazori o bina yapılıverdi.

Açılışında yanaşamadı mağdurlar, zaten önceydi en protokol ve mağrurlar ..



Sonra yandı Urfa.

Yakınları canhıraş çığlıklarla çaresizdi kapıda.

Tam 13 vatandaş diri diri..

kimbilir daha ne kadarıda taşıyacaktı yanık eserini ..

Düğüm düğüm boğazım kahpe sarayların adaletine.

İsyandayım köleliğin bu medeniyet tanımaz yobaz zihniyetine.

Orada da suçlu vantilatör çıktı.

300 kapasiteye 1000 kişi konursa zaten vibratöre gerek yoktu?

Adana Pozantı’dan ne farkı var.

Hatta Sansaryan ve Mamak anıları mı geldi dar?..



Ha Silivri ha Maltepe.

Eyüp Sultan’daki engelli kutsal leylek tecavüze uğradı bile .



Bu kadar.

Anlayan anlar …

Haydi size hayırlı vantilatörlü yazlar ..

Canlı yayın, yanlı yayın, kanlı yayın..

Küçücüktüm,
Ninemin ceviz mobilyalı radyosu akşamları yemekten sonra açıldığında,
Ampüllü radyonun önce yeşil ışıklı göstergesi birleşirdi kavuşurcasına.
Damda uzun uzun bakır tellerdi anten,
Konu komşu vardı etrafta hala levanten..

Arkası yarın, radyo tiyatrosu ve haberler,
Karartma gecelerinden kalmıştı cumbadaki lacivert perdeler,
Mutfakta emaye tepsi ve su muhallebisi,
Balkondaki tel dolapdaydı en lezzetli kurabiyesi.

Alt bodrumda trikocu Melek hanım kiracı,
Her yaz tatili Filistin’e giderdi
Vardı portakal bahçelerinde bedava çalışmanın amacı.
İlk o getirdi pilli, transistörlü aracı.
Birde deliğine takılan kulaklığı da vardı ..

Çok kısa dalga 1350 megaherz..
Kimi zaman Zeki Müren kimi zaman Safiye Ayla’dan ders..
Üzerinde bir çok şehir ismi..
Ama bir tek İstanbul adı yoktu.
Gavur icadı bundan dendi besbelli.

Halbuki İstanbul radyosu ve çocuk korosu da vardı
Her sazende her seferde bir de yorum sunardı.
Şimdi artık et pazarı var önünde.
Birkaç badem bıyıklı kapı girişinde.
Emekli Sandığı ardındaki oteli de vermiş malum sermayeye.

Derken televizyon girdi eve.
Damda çubuk anten hemen diğerinin yerine.
Biraz Bulgar gölgesi izlendi ilk zamanlar.
Bir 30 Ağustos’da başladı necefli maşrapayla ekranda reklamlar.

Sonra renklisi de geldi renkli camın ardından.
Hatta sarı şimşek patlattı yılbaşı ekranından.
Özeli tüzeli çeşitlendi halleri.
Ama her çoğaldığında çürümüştü içleri.

Reklamların gelişiyle değişti tümden yayın.
Aman beyler sakın ayrılmayın..
Çünkü balık hafizalı toplumlara verlimesi gereken doz…..
Biraz kanlı biraz canlı..
Ama mutlaka yanlı yayın…

Yuncak Ayı!

Çoğumuzun bebekliğinde bir doldurulmuş hayvan oyuncağımız olmuştur,

tüylü ve yumuşacık … işte bu o ayının hikayesi …. Lütfen dava açmayınız …buradaki tüm kimlikler hayalidir.

Zaten böyle kimlikler gerçek olup bu ülkede var olamazlar ..



0-1 yaş ..

Oyuncak ayının, ayı kaldığı yıllardır .. asla ölmezler, hayatı pek algılamadığımızdan ayı olduğunu bile anlamayız zaten .

Önce onu beşiğimize koyarlar, eğer sentetik ise bizlere alerji bile yapar.

Ancak kokumuzun sinmeye başladığı zamanlardır o anlar .. bizle yatar bizle kalkarlar. Hatta büyüklerimiz ha bire onu yanımızda tutar. Mamamızı bile ona yedirmeye çalışarak bizi kandırır sonra aynı kaşıkla ağzımıza tıkarlar …



1-3 yaş

Sonra ayımız kirlenir, kaşıkla verip sapıyla alma gündemdedir. Büyüklerimiz karar verir ve onu çamaşır makinasına atar, yıkarlar.

Cilalayıp yeniden hayatımıza sokarlar. Ama istemeyiz bir daha onları. Ne kokusu tanıdıktır ne de dokusu artık. Fırlatır atarız elimizden.

Bebekken bize ayı verenler bu tutum karşısında çaresizlikten hemen bir civciv bile buluverirler. Üstelik boyalıdır çoğu zaman ..



O yaşlarda sesleredir ilgimiz. Oyuncakları bu yüzden atarız yerlere. Civciv de aynı rolü üstlenir o günlerde çarparız duvara uçsun diye, ya da sıkarız tüm gücümüzle.

Yumuşak ayımızı özlediğimizden..

Ufağız ya ufak civciv ölür. Yerine derhal belki de bir su kaplumbağası sürülür ..

Vınnnnn. araba yaparız onu sürterek halıya oysa ayı kalmışızdır biz hala …



3-6 yaş

Artık vicdanımız çalışmaya başlamıştır. Haklı haksız, iyi kötü, doğru yanlış bu yaşlarda algılanır. Kirlenip kokmuştur yine ayımız o sürede . Yeniden koynumuza girecektir her gece .. referanslarımız hav hav dı emeklerken, miyavdı yemek yerken …

Ama büyükler yine ayı gibi davranır, ve çocukların kum havuzuna girmesine “kediler pisliyor oraya” azarlaması peydahlanır ..

Belki bir yavru köpek gelir eve, sorumluluk ve şefkat duygumuz gelişsin diye. Ama “Ayy sokak köpeği geçiyor sakın dokunma” diye tembihlenir yine …



7-11 yaş

Yavaş yavaş kıllanır vücudumuz. Artık saçlarımız da gürleşir. Hatta oyuncak ayımız belki de çoktan raflarda ya da yatak altı sepette dinlenmektedir ..

Oysa Erzurum’da gebe ayılar katledilip ekranlarda bize pervasızca izletilmektedir ..

Somut düşünceden soyut düşünceye geçtiğimiz yıllardır o yıllar. Artık kutup ayısı, panda, boz ayı farklıdır ..

Tam bu yaşta hayvan sahibi olabilecekken nedense hepsi bizden uzaklaştırılıp önümüze sadece plastik yada elektronik ucubeler katılır.



11- 15

Erik Erikson’un psikososyal kavramı girer devreye. Ergenler ve hayvanlar betimlenir yine .. Banka reklamında Bremen mızıkacıları vardır telifsiz. Ama bir densiz köşe yazarı yüzünden La Fontaine yargılanır saraylarda adaletsiz .

Artık paşa gönlüm istemez bir tasma ama ne olursa olsun takmaz büyük ayı astrolojiyi kafaya ..

Varsa şiddetden ve baskıdan gelen sorun, sokak köpeklerini bile sahipleniriz o yaşlarda mutlaka …



15-18

Umut, irade, amaç, sadakat referanslar olmuştur artık. Anılarda bile kalmamış oyuncak ayı çoktan bir kenarı yırtık ..

Çocuk ruhu zor geçer bu günlerden. Hele bir de ana baba sadece çiftleşmek için evlenip bizi terk ettiyse .. Kod adı İsmail’in hikayesi vardır işte tam burada.

Takla güvercinleridir artık onun ana babası ..Terk edimiştir kendi yalnız dünyasına .. Kanat açıp özgür kalacağı tek ailesidir güvercinler ve birgün komşu damına kaçan güvercinin peşinden gider.

Komşunun ayısı şikayet eder hemen haneye tecavüz diye, hiç sebep betimlemeden. Sol kolunda damga ile gelir Prof. Dr. Bahar Gökler’e o gece karakoldan geçince …

Kimbilir hangi ayıdır o küçük ayı takım yıldızının azizliği.

Ama kalmamıştır orman ayısının bekareti.

O da sadece bakandır artık. orman ayısıdır lakabı yazık.

Öküz bile yasaktır ..Çünkü yaş 18′i geçmiş, haram olmuştur kazanç ve mertebe denen azık ..

6000 katlanır çelik cop!

Şans eseri arabada radyoda dinledim :

Emniyet Müdürlüğü’müz şimdilik İstanbul Ankara ve İzmir’de denenmek üzere 6000 adet katlanır demir cop siparişi vermiş.

Üstelik bu coplar halk hareketlerinde değil de sadece suçlularda kullanılacakmış ..



Bak sen !

Uğur Mumcu’nun cenazesindeki sembolik kırmızı karanfiller, Sezar’ın arenasına çıkan canilerin elinde buket olurken acaba bizler ne lalesi ile buluştuk?

Kasklara bile numara koymak yıllar alırken, hardal gazını sosisli sandviç ve biber gazını ise patlıcan musakka için mi uydurduk?

Vural Savaş’ın “Anılarım” adlı kitabından referans vermek zor tabii.

Batacaktır belgeler birilerine .

Damat Ferit’in, Sevr zamanı Fransa’dan iki kez gelen Demokracie adlı gemisi niyetine ..



Suçlu kim?

Muhterem zatın eskiden kartal gibi şahin olmuş sucuk fabrikası muhasebesindeki günlerini bilemem ama asıl suçlu benim .

Medvedev’in rüşveti olmuş bu günkü rönesans suçlu değil elbette ..

Suçlu Fazıl Say,

Suçlu karnındaki bebeği copla alınan öğrenci, ya da içerde yatan üstelik parasız eğitim diyen tam 600 eğitim neferi .

Suçlu Bekir Coşkun ve Necati Doğru, hatta Yılmaz Özdil ..

Koy yanına Aydınlık, Sözcü yut ikide kaşarlı ama içi dolu takiyeye dil …

Suçlu köylü, işçi ve memur.



Peki suç ne?

Anlat bana ey saraya yerleşmiş adalet, leş olursan işin ne ?



Bir de suçsuzlar var



Tecavüzcüler, din simsarları, ihaleciler, rüşvetçiler, sansürcüler, işkenceciler gibi suçsuzlara karşı duranlarda muhakkak ki suçlu..



Hatta Türk’ler, Kürt’ler, Gürcü’ler, Uygur’lar, Türkmen’ler, Ermeni’ler, Yahudi’ler ,

Sendikalar, meslek odaları ve örgütleri, sivil toplum kuruluşları, mücahitken müteahhit olmuşlar ve yandaşları .. onlar da suçlu..

Bari hepsi üresinler de artık kimseyi üzmesinler ..



Suçlu alkol ve sigara belki de trafik canavarı .

Hiç seçim sandığı mahkumiyet alır mı ?

Suçlu insan denen doyumsuz hayvan.

Üreme mevsimi olmayan ve kendi dışındaki türlere bile ilgi duyan.

Engellisini yaşatan ve diğer canlıları engelli bırakan.



Suçlu Kenan Evren değil tam tersine evren!

Suçlu İffet ve Yarmagül.

Suç ve Ceza’da var okununca suç olan

Belkide asıl suçlu henüz doğmamış ya da mahşerde yeniden yeryüzüne gelmemiş olan …



Kabul ediyorum suç bende ..

Çünkü sanal ortamda suç işledim bile bile hem de ..

Suçlular sadece yazı ama alnında karayazı olanı …

An.l – Yasa’nın 3 maddesi

Yok kürtajdı, yok tasmaydı, yok nekrofiliydi, yok Uludere’ydi; veryansın gidiyoruz.
Ancak bu afyonlama bombaları arasında değişim adı altında devşirildiğimizi unutuyoruz .
Malumunuz anayasamız yeniden yazılıyor. Her devrimde, her darbede, her muhtırada ve her seçimde kanun hükmünde kararname ile neye hizmet ettiği belli olmayan kavramlarımız ise iyice karışmakta. İşte bu ulvi ve kutsal görevi yerine getirirken de iktidarımız, tüm sivil toplum örgütlerine danışarak yepyeni bir anayasa hazırlamakta…

İşte bu süreçte , LGBTT Kaosgl, Pembehayat gibi yurdum eşcinsel örgütleri de görüş bildirdi. Aylarca ciddiye alıp raporlar yazdılar. Cinsel yönelim konusunda görüş bildirdiler…

Ve sonuca varıldı…

İlk olarak, çalışmalar tamamlandı diyen zat-ı muhterem bu derneklere teşekkür etmedi, sonradan gelen tepkiler üzerine mırın-kırın iki kelam söylendi…
Derken 3 madde komisyona geldi.

Geliş o geliş ..

İtirazlar,tepkiler… Neymiş? Genel ahlaka aykırıymış.

Bakalım neymiş genel ahlak?

Kadına ve hayvana şiddetin doruğa çıktığı, N.Ç. davasının adının bile konuşulamadığı, çocuk pornosunda ikinci sıraya varıldığı, doktora öğretmene saldırıların tavan yaptığı, yolsuzluğun rüşvetin hırsızlığın alıp baştacı sanıldığı, takiyyenin matah yalanın mübah olduğu, magazin dünyasında seviyeli beraberliklerin mertebe bulduğu, dizilerde ise ensestin doğal bulunduğu bir genel ahlak…

Genel ahlak kimin ahlakı?

Neymiş? Cinsel kimlik hakkı topluma uygun değilmiş. İyi de, bu ülke değil mi cinsiyet değiştirme hakkını vatandaşına sunan ?

Derim ya devlet outlet…

Zaten bu ülke değil mi Ankara’da Hoşdere’si, İstanbul’da Beylikdüzü ve Cumhuriyet Caddesi, Mersin’de Mendireği, İzmir’de Uzunhavuzu, Adana’da Atatürk Parkı Gezi Bahçesi’nde cinsel çeşitlilikte tavan yapan? Hangi bucak, kaza, beldeye giderseniz orada gece karanlığında parklarda oturan adamlar birbirinden örgü tarifi mi alıyor?

Bu ülkenin sahneleri sadece ağır abilerle mi dolu?

Assolistlerimizin ne kadarı haşin erkek ?

Tv’lerin gündüz kuşaklarındaki şovlarda gerdan kıranlar bıçkın delikanlı tabi ki…

Rahmetli babaannem kıçını kiraya veren acısına katlanır diyordu.

Ama devlet kıçımıza da bir kulp takmayı uygun buldu.

Kürtaj günah ise eşcinsellerin hamile bile kalamayacağını söylesek acaba ironi olur mu ?
Oral seks soykırım, mastürbasyon toplu katliam sayılır mı?
İnsanlarla birlikte tüm canlıların %10 u eşcinseldir. Sonradan olunmaz öyle doğulur, bu da ayrı bir gerçektir. Mehmet Barlas’ın eşi Canan Hanım’ın hayvanların cinsel yaşamı konusundaki kitabı da mı görmedi devletimiz? Divan edebiyatından da mı haberi yok?
Gerçi cinsel uzvu arızalı doğan zat-ı muhterem çocukları bu gurba girmez ama neticede o da bir yaratılış biçimidir…

Doğarken hatalı olursa anayasa bence ona sadece ‘an.l-yasa’ denir.

Kahvenin telvesi Dolar’ın besmelesi olursa?

Şaşkınlık içinde değil de, midem bulanarak izliyorum ..
Çakma prefabrik alışın verişin merkezlerinde çoluk çocuk hafta sonu geçiren ve polyester çöp almak için sürekli borçlanan muhafazakarlara sesleniyorum: Bu kadar mı ahmaksınız? Evet, adım başı kondurulan ve içerisinde yerel hiç birşey bulunmayan yapılara asırlardır baş kaldırmış bir Kapalıçarşı’mız vardı.

Fatih‘in Fetih Haftası’nda bakın gene İstanbul’dan neler çalındı?

O çok yüksek güvenlik kontrollü ve manyetik kapılar ile girilen, lunaparka benzeyen yürüyen merdivenli asma katlı yapılara inat; aranmadan, düz ayak girilen bir de tarihi çarşımız vardı. Fatih İstanbul’u aldıktan sonra tüm imparatorluğun en iyilerini; sadekardan mıhlıyıcıya, oymacıdan baharatçıya, dokumacıdan saraciyeciye tüm dil, din, ırk ve cinsiyetten en iyileri yapılan Kapalıçarşı’ya getirip dünyanın ilk alışveriş merkezini kurmak için akıllı bir hamle yapmıştı ..

Beş yüz yıldır neler geldi neler geçti o tarihten…

Delikanlı yıllarımda Mercan’dan uzanır sokaklarında hayatı keşfederdim çarşının. Çukur muhallebicinin kuyumcu olmasına şaşırmıştı ahlakı aklımın.

Yavaş yavaş kayboldu halı mezatları. Sonra halıcıların yerini taklit çantacılar almaya başlamıştı. İç bedestenin vitrinlerinde yığılı tarih raflarında bakır ibrikten porselene her tür esere rastlanırdı.

Gümüşçüler çarşısında şahlanınca, havuzlu lokantanın köftesinden tad alınırdı… Her köşesinde ayrı bir lezzete rastlanırdı Pötürge Pazarı’nın.

Suzeniden bürümcüğe , Tokat yazmasından iğne oyasına etnik kültürün modası seslenirdi anırmaksızın.

Ana caddeden kıvrılınca Şark Kahvesi’ne, Pudding Shop’tan daha ünlü bir mekandı antapin cicim kumaşı dokuması masa örtüleriyle.

Kemik zarların sesine eşilk ederken ince belli bardaklar, kubbelerdeki freskler kulağınıza gördüklerini fısıldar, her masada ya bir konuk dünyanın öbür ucundan ya da bir öğrenci gurubu. Zaten gerekmezti sermayenin gururu…

Derken değişim dediler ..
Aslında takiyyenin ta kendisiydiler.
İlk önce çikolatacı açıldı ana caddeye.
Bakırcıların çekic darbeleri bir daha ses veremedi tahta kaleye…
Sonra makyajcı açtı bir dükkan en küreselinden.
Sırada ithal moda markası da vardı en siyonistinden…
Tarihi nakış fresklerin altında lacivert ve kırmızı soluk kaldı.

Şimdi sırada bir kahvenin 40 yıl hatırı var diyenlerin gözlerindeki Dolar ışıltısı vardı
Oysa halkın cepleri değil geçmişi acımasızca boşaltılandı…

Değişim yetmedi şimdi ileri deme zamanı.

Elveda şark kahvesi.
Garp’ın şeriatı seni de yutuyor.
Yerine ya vinylex çantacı yada yıldız sepeti kahvecisi geliyor ..

Amerika’da zamanında cemaat için bağış toplayanlar bu gün iktidardan karılarına dükkan bağışlamaya çekinmiyor.
Umarım bunun da şarkısı yapılır.
Bandıra bandıra ye beni yerine.
Bayıra karşı yatır beni, tırmala beni, kaşı beni şarkısı da alkışlanır…

İnsan hakları ve Demokrasi dersi..

Biliyorum başlığa şaşırdınız, ben de ..

Ankara’dayız. 1923′te Cumhuriyet’in ilanı ile demokrasiye geçileli 90 yıla yakın zaman geçmiş .. 10 Aralık İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin üzerinden de neredeyse o kadar …

O gün kalabalık bir toplantıdayım .. Salon hıncahınç dolu .. Tüm öğretmenler, müdire hanım, İl Milli Eğitim görevlileri, Belediye Başkanı eşleri hatta başka okullardan ve dışarıdan konuklar da var ..

Ve tabii ki Milli Eğitim Bakanlığı görevlileri de ..

Etkinlik bitiyor ve onuruma hazırlanmış ikram alanına geçiyoruz..

Genç, temiz pak eğitimli bir beye tanıştırılıyorum.

Ve daha önceden söylenmiş olduğu üzere içerisine dahil edilmemin düşünüldüğü görevini bana anlatmaya başlıyor …

- Biliyorsunuz ilk öğretimde sosyal bilgiler dersi kalktı.
- Hayır bilmiyordum şimdi öğrendim.
- Biz yeni bir ders planladık onun yerine konacak ve bakanlık olarak bu projede desteğinizi arzuluyoruz..
- Proje nedir ?
- Onun yerine İnsan Hakları ve Demokrasi adlı bir ders konacak ve ailelerin de okula gelmesi ile eğitim genişleyecek. Çok seveniniz ve yoğun ilgi var gençlerden size ..sizi bu kampanyada tanıtım görevlisi olarak görmek isteriz.
- İyi de ben reklam filmi çevirmem.
- Yok öyle değil.
- Nasıl tam anlamadım.
- Milli Eğitim Bakanlığı için….

Bir an kanım donuyor, felsefenin lanetlendiği, öğrenciyi en keriz, en yağlı müşteri haline getiren, eğitimin Bologna yasaları savsatası ile zırvalanarak içine edildiği günümüzü görüyorum .

Meslek Yüksek Okulları ve Vakıf Üniversitesi kılıklı tatil köylerini mücahitin bu sayede müteahhide döndüğü günlerde olduğumu hissediyorum .

Yıllardır devam eden Üniversiteli gençlere yol ve yön göstermek, ulusal idealleri yaymak, ilke, ülke ve ülkü üzerine çağdaş ve aydın kalmaları için geçirdiğim yılları da …

Bakınız beyefendi, lafım asla şahsınıza değil, ancak ben devletin ve bakanlığın 10 yıldır yaptıklarına kefil değilim .

Yıllarca mesaimden sağlığımdan cebimden harcayarak mücadele ettim.

Sırf bu yüzden bu yıl Üniversitelere veda ediyorum ve kapımı kapatıyorum.

Zaten bağımsız medya da olduğu üzere çoğunda da yasaklandım, Haliç Üniversitesi, Konya Selçuk Üniversitesi gibi ..

Bu yüzden maalesef kendilerini artık tanımıyorum.

Eleştirmek için karşımda varlık gösterecek ne nitelik ne de nicelik kalmadı..Böyle zırvalıklar devam edecekse, Toki’siz bir Tokyo’da, tokyo ginza giymek mecburiyetinde kalmak uğruna Fazıl Say’ın civarında bir kiralık daire aramak zorunda kalacağım ..

- ancak sizler de bunu yaparsanız ne olacak ?

Bunca yıl öğrenilemedi ise demokrasi,
ortadadır Bursa stadında ki futbolmasi ve sokaktaki yamukrasi ..
İnsan hakkı denilen ise artık prezarvatif giymiş ileri medeniyet penisi ..
Zevk alıyor sürekli ama asla üremiyor kendisi…
5+3, 4+4+4, 0-6, 13+1 sarmalı,
ama THY’de yok ki 13 numarada koltuk sırası ….
Böyle giderse ilk okula da lazım olur emzirme odası ?
Anlamadım bu bürokrasi neyin Modası ?

Konuyu uzatmadan şakaya vurup, elimde meyve suyumla uzaklaşıyorum , okula girerken başını açmak zorunda kalan, ancak istanbul gezisinde öğrencilere hakim evini cuzi fiyatla sağlayan hanımefendi öğretmene yöneliyorum.

Aydın ve hiciv dolu müdire hanım, yanındaki hocalar, konuklarımız ve dostlarımız ile birlikte, bir yorgunluk kahvesi için Park restorana yol alıp, yağmur sonrası gökkuşağı çıkmış Ankara silüetine bakıyoruz ..

Bina Çankaya’yı yutmuş, zina irtifa bulmuş ama zinhar iman unutulmuş gri siluet içimi acıtıyor..

Ama gökkuşağının ardında biliyorum ki Türkiye Cumhuriyeti yeniden doğuyor …



Hazır olun Yamak sahaya iniyor …

Çantadaysa keklik, cüzdandır çakma erkeklik.

Bir yaşıma daha girdim..

Geçenlerde ustam Yıldırım Mayruk beyefendi ile gerçekleştirdiğimiz defilemizde bunları da öğreneceğimi bilemezdim ..

Bu yılkı tecrübelerim sonucunda, bir çok parayı bulmuş adamın karılarının, parayı kaybetmiş adamların karıları ile savaşını özetleyeceğim ..



1 Çakma Hermes çanta

Kalabalık oturma sıralarının arasında, renk renk ve model model KELLY bag (ki bizimkiler kelebek derler) sandalye bacaklarının arasına sıkıştıysa

Biliniz ki, Mısır Çarşısı’nda ya da Dericiler Han’da yapılan taklitlerdir.

Bazılarının fiyatı ise binlerce liraya kadar ulaşabilir..

Bu kategoride ki ürünlerin taklit olduklarının üstten bakınca anlaşılamıyacağı düşünülerek yere konmaktadırlar.

Öyle ki bazılarının yurtdışı işportalarından alındığı durumlarda sandalye altına kadar girebildiği ve saklandığı gözlenmiştir…

Bu sınıfta ki çantaların içinde paradan çok, borçlu kradi kartı ve yarım şişeye düşmüş kolonyalar bulunur ..



2 Emanet Hermes çanta.



İnternet sitelerinden günlük kullanım için kredi kartı numarası ile kiralananlar ve yalvar yakar arkadaşlardan ödünç alınanlar bu gruba girerler.

Genelde iyi taklitler ya da orijinaller serisidir.

Sandalye arasına, iki kalça arasına yerleştirilerek, leke kullanılmışlık belirtilerini kıçtan pruvaya bağlar pozisyondaysalar bu sınıftadırlar ..

İçlerinde bir kaç yüz liradan fazla nakit pek olmaz. Genelde 2 hatta 3 cep telefonu bulunabilir. Ajanda makyaj çantası hatta iPad bulmak işten bile değildir.

Eksepsiyonel durumlarda sütyen, tshirt gibi ürünlere de rastlandığı olmaktadır



3 Hakiki Hermes çanta.

Eğer Ortadoğu da ve Singapur’lu hizmetçi elinde çay partisinde teşhir ediliyorsa ya da defile esnasında sürekli kucakta tutuluyorsa…

İşte bu kategoridekiler orjinaldir.

Yüzbinlerce liraya varan değerler taşıyabiliriler.

Bazısı deforme olmasın diye içleri boş olarak kullanılırlar..

Genelde sahibesinde renk ve model varyantları koleksiyon halindedir.

Spesifik modeller için aylar öncesinden kiraya verilebilinir…

Kullanıcısı çok genç ise kocası kimbilir kaçıncı evliliktedir.

Eğer yaşı ilerlemiş bir hanım ise hala ilk kocasındadır ..

Genelde çoğunun ödemesi aynı erkek cüzdanından çıkar ..

Bu durumda çakma olsa, kiralık olsa, hakiki olsa ne yazar

Zaten en öndeydi o gün çantasız haliyle Gönül Yazar …



Demek ki artık erkeklik çantada keklik bu durumda çakma çanta seyirlik…

2023 hedef değil!

Adeta metematik formülü drapelerinin arasına gizlenmiş bir nefes…

Masumiyetin, dişiliğin silaha dönüştürüldüğü baş döndüren kıvrımlar…

Neruda’nın pastel sislerinin ardından ..
kıvrak dans çalımları ile süzülen en keskin makas darbeleri..

Her tür ışıkta..
Atatürk’ün geometri kitabından aldığı disiplin ve duruş..

Alabildiğine, içi dışı kendinden emin bir dikiş ile ..
cinnet geçiren moda dünyasından sıyrılıp…
estetiğin cennetine girilebiliyordu …

Füze kalkanlarına karşı durmuş dim dik omuzlar..
Özgürlük ile şefkati birleştiren turuvakar kol boyları..
Şiddete karşı kafa tutan adaletli yakalar..
Kısacık tayyör etekleri ve pantalonlar ile yollar..
Bir kez daha uygun adım çağdaşlık balyozuyla sarsılıyordu..

Empirmenin fırça ile olan flörtünde..
Aşk çiçeklerinin şevhetli renklerinin yepyeni bir kişilikle..
Uçuşan ipeklerin temasının tendeki esintisine…
Kendiliğinden oluşan bir fırtına sunuşu vardı…

Derin yırtmaçlar ile, sarınma yerine etrafında koşar adım aşkları yöneterek sarıp sarmalıyordu .

Bir milyon meleğin, rengarenk tül kanatların savaşının cennetten kaçışlarının lilalarına eşlik eden bebek pembesi bir masumiyet ve gün batımında ise,
Atalar’dan alınan başak saçlara ve mavi gözlere gözkırparak
yurduna yeniden
Modanın cennetini sunuyordu …

Bu sayede Atatürk’e yücelen merdivenlerde Türk kadınları dünyayı aydınlatıyor ve bu yürüyüş ve her yürüyüş ona olan şükran borcumuzun 21. bölümünde de onur belgesine işleniyordu .

Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal

2012 yaz yüksek dikiş moda sunumu

2023’ hikayeler xxı ama hedef değil ….

Ülkenin hali gaipten gelen bir duman

O sabah, atelyeyi kilitleyip en önde gelen TMMOB kortejine usulca sokulduğumda, şaşkın bakışlara rağmen ekipte yerimi almıştım.
Nedense Alman konsolosluğu önüne geldiğimizde paslı teneke kutuların içinden tek tek geçirilerek arandık … Güya artık silahsızlandırılmış alandaydık…

Kimi yaşlı nine, kimi poşisi elinde, bazen bir bebek pusette hatta bir transseksüel elde bayrak ile… Akın akın geliyordu insanlar, emeğe bir el daha verip iktidarı saygıya davet etmeye…
Bir an 1976 -1977 geçti gözümün önünden…
Kanlı pabuçların yığıldığı ve panzerlerle it sürülerinin insanların üzerinden acımasızca geçirildiği günlerden… Yetmez ama “evet”çi rantiyenin, medya patronu koynundan alanı camdan seyrettiği güncelerden… Göz pınarlarım ıslandı hüzünden ama başımı bir kez daha vakurca diktim kendime olan güvenimden…

Hınca hınçtı kalabalık. Ama arasına kimbilir hangi imtiyazla sokulmuştu köfte ekmek ve balık? Her yerde su ve simit satıcısı, belli ki artık daha vahşiydi ekmek kavgası…

Zaman zaman nedensizce kalabalığın üzerine yaklaşan lacivert helikopterdi haddini aşan… Tesettürlüsü, kürdü, dürzüsü ve gürcüsü ama ağızlardaydı yalnızca kardeşlik türküsü… Halka halka halay çekiyordu halklar el ele. Hatta bir Amerikalı tişörtümü görüp resmimi çekiverdi, üzerinde Bush ve Hitler resimli “same shit different asshole’’ yazıyor diye…

Bazen bir kabin memuruyla bayrak salladık bazen de bir siyasi partinin kadın kolları il başkanı ile selamlaşıp hatıraları fotografladık… TGB, DİSK, KESK, CHP hepsi orada nedense bir tek AKP yoktu ortada?

Lalesi ile buluşadursun Türkiyem ama kedere kader değildir elzem…
Tiyatrocusundan seks işçisine, DTP ‘den TKP’ye herkes yerli yerindeydi de neden iktidar yoktu o gün Taksim eyleminde?

Sessizce ayrıldık haykırışların ardından. Birkaç dost soluklanıp dostluk edelim baabından… İstiklal’de ara sokakta bir nargile cafe vardı açık olan ve de oturulacak tek yerdi o gün neticede zorunlu durumdan… Ortam KCK ve polis dolu, biz altı marjinal zaruri buluverdik ortadaki masaya kurulup doğruyu…

İlk kez polisin kötü kötü bakmadığını gördüm.
Belki de ben sadece bir ünlüydüm…

Gün biterken alanın dağılan kalabalığından, bir anda baktım resmi yelekler çıkarılmış tüm masalar sivil olmuş çaktırılmadan…
Led ekranda eksik değildi ama ağzından tükürükler saçarak konuşan sözde bir bakan…

Eve dönüş yolunda, tabur tabur polis teknobarların ardında. Yan sokaklarda ise belli ki panzerler de zulalanmış arkasına… Biraz daha ilerleyince açık alana, bir de baktım ki kamyon kamyon çöp aracı ve temizlik işçisi dolu belediye otobüsü dizilmiş sıralarca yol buyunca…

Demek ki polis emekçi değil, demek ki ki iktidarın belediye işçisi de işçi vekil!
Çünkü lüks zabıta aracı kamyonetin arkasındaki temizlikçi değil.
Hepsi adeta tam teçhizatlı kameraman. Acaba neyi kaydedecekler bunca yaygaranın ardından? Ya da bu ülkenin hali sanırım gaipten gelen bir duman…

Nahoş bir loş..

Ankara’dayım..
Özel bir davetin ardından sabah, Akparti Genel Merkezi’ne bakan otel odamda uyanıyorum .. Arka cephedeki kapısında da garip giysiler içinde çağ dışı bir ulema güruhu var .. Pazar Pazar bunlar burada ne arar ? Pek de önemsemeyip kahvaltıya iniyorum. Nasılsa yine bir rantiye gezisidir şüphe yok görüyorum ..Daha sonra İstanbul’a dönmek üzere bize tahsis edilen minibüsümüze geçiyoruz .. Ancak yola koyulmadan bir de yanımızdaki İsviçre’li konuğumuza Anıtkabir’i göstermek istiyoruz…

Yabancıların otobüslerden inerek kuyruğa girdiği dış kapının önünde çakır gözlü bir görevli durduyor.. Siyah camlı minibüsün içini göremediğinden olsa gerek, sadece ruhsatı bırakmanın yeterli olamayacağını ve içeri bakması gerektiğini söylüyor.. Kapıyı açtığımızda iyi günler dileyerek kapalı bayan olup olmadığını soruyor. Bir şaşkınlıkla donuyoruz. Hayret dolu ama suskun gözlerle birbirimize bakıyoruz .. Kapı kapanıyor ….

Birkaç yüz metre sonra, Aslanlı Yol’un merdivenlerinden inince her yerin tesettürlü kızlar ile dolu olduğunu görüyoruz ve şaşkınlığımız daha da artıyor ..
Hiçbir aralığı ve ölçüsü aynı olmayan Aslanlı Yol’u yürüdükçe heyecanımız artarken şaşkınlığımızda ziyaretçi profilinden dolayı bir türlü geçmiyor…

Kabiri ziyaret edip galeriye yönleniyoruz… Ata’nın armağanlarını geçtikten sonra karşımıza, adeta çakma 1453 panaroma müzesine benzeyen Çukurambar balkonu kılıklı kromaj bariyerler çıkıveriyor.. Mecburen bir koridora yönleniyoruz. Güya Çanakkale Savaşı kılıklı galerinin, o ulu yere bu kadar mı sakil bir biçimde konulacağına hayret ediyor ve süratle terkediyoruz.

Hedefimizde nutuğun Almancasını konuğumuza hediye etmek olduğundan, Anıtkabir Derneği satış noktasına ilerlerken her menfezde bir başka fotoğraf denizi ile tarihe tanıklık da ediyoruz …Tam kasadan ödemeyi bitirip alışveriş poşetini aldığımda İsviçre’li konuğumuzu göremediğimizi fark edip geriye dönüyoruz… Kısa bir arayıştan sonra kendisini Atatürk’ün soyadı ve kadın hakları konusundaki fotoğrafların olduğu bölümde ağlarken buluyoruz….

İsviçre’den bile ne kadar önce bu haklara kavuştuğumuzu ama bu gün örtülü de olsa yüzlerce genç kızın Ata’nın huzurunda oluşunu bize gözyaşları içinde anlatıyor..

Kabirden ayrılıp şehirler arası yola dönemeye çalıştığımızda, binlerce turuncu devrim flaması, emperyal mavinin bayrağı ve Ak Parti beyazı süs püs ve balonlar dikkatimizi çekiyor. Meğerse yüzlerce otobüs ile pazar gezisi yapılırcasına milletin tüm yurttan toplanıp ücretsiz olarak getirildiği gençlik teşkilatı mitingi olduğunu anlıyoruz.. Bu nedenle, oradan kaçıp Anıtkabir’e giden gençleri bir kez daha kutluyoruz …

Nahoş görünen loşluğun hoş bir aydınlık oluşu olmazmış ki boş ….

Tele peygamber ve de kokulu tespih.

Tele peygamber ve de kokulu tespih, yanında müstehcen meyve ve içecek olarak deve idrarı …

+02162230034

O gün, köprü trafiğinde mücadele içindeyken aniden telefonum çaldı,
Kadının köyünden arandığımın farkına varmadan açıvermişim…

‘’ Kutlu doğum haftasında yüce peygamberimizin hayatını anlatan 3 cd, yanında da kokulu tespih……’’

Kimi 2 anahtar vaad eder kimide istikrarı yandaşına parseller .

Din tüccarlarının iktidarda halka takla attırdığı, Gökçeada Milli Eğitim Müdürünün vapura yetişmek için kaza yaptığı, köprülerin sel sularına kapıldığı dehşetengiz yobazlığın ve gericiliğin her yeri sarıp sarmaladığı günlerdeyiz.

Sanatın içine tükürülüp eğitimin içine edildiği, heykelin ucube görülüp yerinin dinamitlendiği, Işık Üniverstesinden sergilerin temzilendiği, tiyatroların badem şekeri olarak sergilendiği bugünlerdeyiz…

Telemarketing’in Tv lerde ayıplı mal satmasının ardından bir de ayıplı din pazarlanmasına şaşkınlığım geçmeden gözümün önüne dağların ardından Burhan pazarlama geliverdi.

Turan Emekesiz vapurunda salona girer, 25 kuruşa, dikiş sepetinin yanında, kuruboya, çengelli iğne seti, kekik yağı, nane şekeri hatta tarak bile verirdi..
Daha sonra Özal’ın küçük prensinin ekonomi kanalında tanıtım yapmış ama gündemden silinip gitmişti ..

Zaten Turan Emeksiz benzerleri otel olmuş, rantiyecileri katamaranlar ile obeziteye doğrulmuş, hatta iki anahtar vaad edenin dervişi yüzünden oğlu Turbanda jet skiye binmiş, türban böylece hicvedilmişti..

Ofise dönüp bilgisayar ekranıma baktığımda ikinci şok dalgasını yedim ..

‘’ Umreye giden iki Türk, devenin idrarını ve sütünü her derde deva diye içince hastahanelik oldular ‘’

Bakanların radyasyonlu çayları halka içirdiği, zakkum kökünün zıkkımın köküne dönüştüğü, tadında kokusunda renginde şekersiz sakızların milleti kerizlediği bir vatan da hülasanın alasının yenmesinin arapçası ortada gezivermişti….

Haydar Dümen’in ilavesi halindeki gazetenin haberinin içeriğini henüz okumaya başlamıştım ki aynı gazeteden ikinci şoku yemekte gecikmedim..

‘’Mısırda bir müslüman şeyh, muz, kabak gibi ürünlerin kadınlar tarafından ellenmesinin günah olduğunu açıklayarak, bu bitkilerin kesimlerinin erkekler tarafından, kadınların göremeyeceği yerlerde yapılmasının caiz olduğunu açıkladı’’

Yediğimizi doğrasak Marmara cacık olur mu bilmem ama erkeğin erkeğe erotik sebze tavsiyesi bana pek manidar geldi. Acaba erkeklere de şeftali mi haram edildi? Hoş kimi bakanın mercimek, kimi altına yatıranın sucuk zengini olduğu yurdumda hurafeden bol birşey yok tu ortada artık nasılsa ..

THY

Evinize metroyla, dünyaya tiyatroyla ulaşacaksınız..
Doğru .. Kağıthane’de ki Kültür Merkezi açılırken söylenmişti bu cümle .
Ama bu kez diğer tiyatro var başka bir ters köşede.
Yerde bile değil .
Gökte.
İstikbal göklerdedir demişti ya Ata, iktidar sayesinde istikrar da kalktı rafa.
Şimdi bir göz atalım bu günkü ulusal havayolumuza ..

Dünaya açılan tek kapımız olan Atatürk havalimanından bahsediyorum.
A kapısından ve VİP’ten korumaların serbestçe aprona çıkabildiği ama gümrüklü bölgedeki yemek bıçaklarının 4 metre paslı zincire vurulup zimmet ettirildiği yerden ..

Önce Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nden alınıp, yap işlet devret olarak Tepe Akfen Vien grubuna verilmişti . Ardından tamamen Hamdi bey’in Tavasına geçti. Şimdi de %30 undan fazlası Aeroport de Paris’e …

Önce Turkish Technic’ten tüm tecrübeli elemanlar emekli edildi, Sonra Havaş kapatıldı ve TGS ilan edildi. Çelebi ise kalıverdi bir yerde. Nasılsa islami gazeteler bedavaydı her yerde.. Sonra Do & Co ile hedonizm sergilendi. Yani acılı ezme ve fındık lahmacun servise geliverdi..Bir de First kalas macerası yaşandı ipek pijama armağanlı . Oda bitti şimdi Comfort Klas masalı ..

Star ortaklığı ile Code Share uçuşlar kapasiteyi genişletirken terminal azıcık daha büyüyebildi.. Temizlik işleri bile kimbilir hangi Iğdır’lı taşarona verildi..Ama parayı basana da öncelikli geçiş ve bedava ikram servisi şekillendi.

Hepsi iyi güzeldi.
Ancak birden beyaz grev geliverdi..
Apronda deve kesen zihniyet emek hırsızlığına fena toslayıverdi .

Eğer Yeşilköy’den uçacaksanız kabusa hazır olun..
Check in kontuarların da uzayan kuyruklara sadece part time çalışan yeni ve yetersiz elemanlar sebep değil elbette .
Gecikmelere, öbek öbek yerlere çökmüş Umre kafileleri de değil, onları yolcu etmeye gelen 20 şer kişilik grupların da zaten etkisi olamaz bence …

Sürekli inşaat halinde olan mimaride de bir sorun yok. 3 tane kontrol kulesi yapıldı ya olur mu hiç çok ?

Türk Hava Yolları’na öncelikli iniş ve kalkışın haksız rekabete yol açtığını kim söyleyebilir zaten. As çamaşır mandalı gibi havaya 2 dakika arayla. Kent üstünden indir düşerse bak saçılan bagajı yağmalamaya..İATA dan doğan uçuş kontrol elemanlarının 21 aylık ödemesinin geciktirilmesini kim bahane edebiliri ki? Bakın artık uçak koltuğu fabrikamız da var.
Takarız melek kanadı kendi kendine uçar ..

Dışına lale nakşedilmiş Şili ve Arjantin’den de kiralanıp Kanada üzerinden servise sokulmuş enkaz uçakların da suçu yok. Kayıp bagaj bölümünde tek bir sahipsiz valiz bile göremezsiniz ..Eğer İstanbula gelip de hasbel kader kapıya ulaşırsanız Belediye otobüsü ve metro ile gece 12 den sonra şehre ulaşamazsınız ..Portör ( hamal) zaten az sayıda ve kararsız .. Taksi varsa şahane gerisi hep bahane…

Son manevra oldukça meselem : A321 e 8 kabin memuru değil ki elzem. İkisi lüks bölüme verilirse, 4 genç ne yapsın 150 kişiyle? Yanlış duymadınız personel tasrarrufu da var . Zaten dünya 80 saat uçururken bizde 110 saat uçurulur çoğu zaman 4 bacağa, bu işkenceyi kim takar..

Lodos yemiş ada vapuruna döndü bu iş. Yandaş paydaş arası müteahhit ile pistlerde ki mühendislik hataları da elemterefiş hatta kem gözlere şiş ..

Uç uç böceğim annen sana takunya alacak, bir gün gelir uçaklar yerde kalırsa sana dünyaca kahkaha atılacak …

Bağışladım!

Malumunuz Meral Okayı kaybettik .
Türkan Saylan’ı da kaybetmiştik ..
Sosyal paylaşım da yas tutup isyan ederken, bazı yayın organları da guya mümin olduklarını ortaya koyarak alçakça başlıklar yazdıklarında ise kahrettik.

Hatırlarsanız Aziz Nesin Madımak otelinde yakılmak istenmişti .
Hatırlarsanız, mezarına belkide ‘2B’ uygulayıp kaçak bina yapmasınlar diye bir yer bile istememişti. Sonra sel gelip vakfın köyünü yerle bir etmişti ..
Kurtarılan kitapların o gün yasaklanması işten bile değildi ..

Kutsal damacana içinde ne gazını içerir bilemem ama üstadın namus gazı hikayesini ben hala unutmadım …

Varil varil namussuzluk, paket paket kan yasasına tecavüz ederken aklımı başımdan aldırmadım ..

Merhume varını yoğunu matematik köyüne bağışlamış.
İyi de yapmış.
Leyla Gencer’in külleri, vasiyeti üzerine boğaza serpildiğinde, bir ucube boğazı kirletmeyin diye yazmıştı ..

aslında çınarları yanlış budayan odun kafalı ve kütük bedenli zihniyet hala kin kusmaktan şaşmamıştı ..

Dileyen dilediği gibi inanmaya, yaşamaya hatta ölmeye dahi özgür olmalı.
Başkalarının isteği ile bunlar sorgulanmamalı..
Yoksa ana yasa anal yasa oluyor kör tutuğunu hırpalıyor..

Bende bu olaylardan feyz aldım ve bir bağış yaptım.
Malumunuz 100 000 öğretmen işsizken ve 40 000 i atama beklerken ve de sistem çürümüş, çökmüşken kendimi Marmara Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu’nda eğitime bağışladım.

Sonra,
Yüce devletim ve padişahları bana ilk dönem emeğim karşılığında tam 164 lira 48 kuruş ödediler. Üstelik önce Akbank’ta açtırdıkları banka hesabını iptal ettirip kahvaltılarını Ankara’nın alkolsüz 5 yıldızlı otelinde yapan Halkbank’da da yeniden açtırmamı emrettiler .
Daha sonra ikinci dönem geldi.
Hapishane müteahhidine yaptırdıkları okulda hela camlı sınıfta eğitime devam ettim ve yıl sonunda yaklaşık 300 tl daha ödeneceğini öğrendim.

İşte o an asıl bağışıma karar verdim ..
Notere giderek bağışımın metnini yazdırıverdim .
Biri Halkbank’a, biri rektörlüğe, biri dekanlığa, biri okul müdürlüğüne, biri YÖK’e, biri MEB’e, biri Milli Eğitime ve biri de Başbakanlığa ..tam tamına sekiz kopya ..

2011-2012 öğretim yılında verdiğim eğitim karşılığında tarafıma ödenmek üzere uygun gördüğünüz rakamı kayıtsız şartsız olarak şu doğrultuda kullanılmak üzere bağışlıyorum ..
doğrultu ;
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi abdesthanesi bakım ve onarımında kullanılmak üzere …

Bence oldu
Ya sizce yerini şimdi buldu mu ?

Midem bulandı yalan siyasetten.

Hangi kanalı açsam ya ensest, ya çatışma, ya cinayet ya da soygun ..
Arada ise otosansürel haberler var ya sizde ondan buyurun.
Ekranlarda bir sürü adam pişkin pişkin sırıtmakta,
belli ki karınları epey doygun …42 000 çocuk aç, işsiz, evsiz ve sokakta, nasılsa eski kiralık kadın ve sözde gözde mankenlerin prensleri ve prensesleri doldu lüks villa yuvalarında..
birazda 2×4 mutasıp zaten 4+4 den olmaz mı münafık?Gün geçmiyor ki bir başka tecavüz haberi ile sarsılmayalım,
Bekaretleri korumak uğruna hadi iktidara da dilekçe verip bürokrasinin arkasından dolanalım ..
Adana’da döner bıçaklı kavga, Tarsus’ta otoyolda can pazarı .
Hani nerede kaldı bu toplumun ar damarı?…Geçenlerde de bir adam yakaladı köpeğe tecavüz eden bir başka adamı.
Kaptı sopayı ve basıverdi dayağı.
Tabi bu durumda adres oldu gıcır gıcır bir adliye sarayı .
Avukatlar savcılar ve dosyalar kaptılar yine bol parayı .
Sonuç mu? Döven adam darptan 500 tl ödedi.
Ama tecavüz eden adam mala zarardan yalnızca 50 TL …
Bende dedim bunlar gerçek olamaz.
Bu topraklar bu kadar hayasız duramaz.
Yaptım plastik makyajı en fecisinden.
Attım kendimi Taksim’e en sessizinden..

Gece saat 12 yi çoktan vurmuştu
O cumartesi Taksim yine kalabalık ve dopdoluydu..
Aradığım tek şey zaten sağduyuydu.
Ama bu ahmak toplum sanki afyonlanıp uyutulmuştu..

Önce durdum meydanın tam ortasında.
Yanımda bir sosyolog da vardı hemde ses kaydında.
3-5 yabancının dehşet dolu bakışları hala aklımda.
Zannetmişlerdir sanki Rwanda gibi bir iç savaş var burada da.

Cumhuriyet anıtına vardığımızda kalabalık umursamazdı.
Yanımızdan geçenlerin çoğu tanıyıp ismimi bile sayıkladı.
El edince de yoldan geçen bir ticari taksiye,
koltukları kan olur korkusuyla beni almadan hemen gazladı.

Yavaş yavaş sulara doğru ilerledik.
Henüz tek bir yardım ya da görevliden soru görmedik.
Yarım saat geçmişti çoktan biz bile bilemedik.
Demek ki yitirmişiz herşeyi nasılsa göremedik.

100 metre ileride cillop gibi bir polis otosu,
aynalı camdan 3-5 adam bize bakıp duruyordu.
Nedense ne olduğunu sormuyor ama sadece sırıtıyordu.
Demek ki polis haftası da hafta sonunu resmi araçta kutluyordu.

İlerledik kalabalık meydandan evin ana yoluna.
Her geçenden adımızı duysakta yoktu kimsenin niyeti yardıma.
1 saat geçmiş tv kamerası ancak gelmişti.
Anladık ki bu ülkenin ahlakı çoktan parsellenip satılıp bitirilmişti.

Ertesi gün ne olup bittiğini araştırdık.
Eylemi neden yaptığımızı ekranlarda da anlattık.
Meğer polis şaka yapan çok var öyle demiş şaştık…
Baksanıza biz bu yalan ülke ile çağ atladık ama yandık ..

Vazgeçtim yardımdan güvenlikten.
Midem bulandı yalan siyasetten.
Bir de biyat ve inayetten
Sanırım sonunda bende yargılanırım bir gün teammüden cinayetten ..

Zam mı, ham mı? Yoksa hamam önünde kar mı?

Şaşkınlık ve dehşet içinde dış mihrakların şanlı devletimizi nasıl da zor durumda bıraktığını izleyerek çok üzülüyorum. İnanın üzüntüden süzüm süzüm süzülüyorum ..

Herkesi SGK li yaparak işsizliği sona erdiren, yeni TL’ye Ermeni usülü topik yerine Pazar usülü drum rengi ve logosu veren, Türk lirasını çok güçlü kılan, ekonomimizin de alıp başını götüren performansa kara diller uzanmasın sakın ..

İhracatın patladığı, uçağımızın göklerde, yerli otomobilimizin yollarda, vagonlarımızın ise raylarda olduğu günlerdeyiz ..

Eğitim kalitesini akıllı tahta ile yükselten, tüm öğretmenleri atayan, kütüphaneleri dünya eserleri ile dolduran hatta bilim, sanat ve felsefe uğruna dev yatırımlar yapan ve eğitimi parasız hale getiren iktidarımıza da laf etmeyin lütfen.

Bakın hak ve özgürlükleriniz için saraylar inşa ediliyor, sünnet sarayında müslüman olup simit sarayında doyuyor ve de belediye saraylarında derdinize derman bulunuyor artık ..

Temel ihtiyaç maddelerindeki kdv yi kaldırmanın pırlantada %0 vergiyle hazırlandığı, ilacın ve muayenenin bedavaya yapıldığı, reçeteye 3 – 5 kuruş katkı payı takıldığı sisteme de laf etmeyelim ne olur .

Yandaş, paydaş ve yoldaşın asla ihale alamadığını, 2 B nin sadece fakir gecekonduculara satılacağını, Toki’nin kentlerde müthiş işler yaparak halka bedava konut dağıttığını da unutmayalım asla.

Bu kadar da iftiraya gerek yok, çarpılırsınız ..

Çocuklara tecavüzün bitmesi için bakanların seferber olduğu, emniyet güçlerimizin kadına şiddeti durdurduğu, halk hareketlerinde toplantı ve gösteri kanunları gereği herkese çiçek sunulduğu gerçeğini de görmezden gelmeyelim. Yukarıda Allah var.

Hayvanlara şiddetin bittiği, endemiklerin korunduğu, tatlı su kaynaklarının doğru ve adaletli sunulduğu çevre ve orman bakanlığının hassasiyette rekor kırdığı sisteme uzanan eller de kırılsın ..

Tarım ve hayvancılığın hiç bu kadar desteklendiğini gördünüz mü hiç ?

Rüşvetin tamamen bittiği, hamili kart yakinimdir denmediği, üstelik torpilin hiç işlemediği günlerdeyiz aşk olsun..

Haberleşmenin teknik takipsiz ve özgür olduğu, basının sansürlenmediği, yalakalığın asla prim yapmadığı, ifade özgürlüğünün demokrasiyi araç olarak kullanıp ileri demokrasiye geçildiği zamanlardayız hala anlamadınız mı ?

Takiyyenin ve demogojinin bittiği, siyasetçi, danışman ve vekillerin sürekli fedakarlık ettiği bu günleri görmeyenlerin de gözü kör olsun …

Herşeyin arap baharı yüzünden olduğu, zamların ham fiat ayarlaması olduğunun unutulduğu, dünya lideri bir ülkenin yurttaşları olduğumuzun da unutulduğu günlerdeyiz..

Yazıklar olsun sizlere ne nankörsünüz . Gerçekten hepiniz körsünüz ….

Dünya, U War Lock ..

Neden mi İngilizce yazdım ? Obama, iki kızı var diye Recep Tayyip Erdoğan’a danışacakmış da ondan..
Gerçekten dünya yuvarlak ama eliptik olduğu da başka bir gerçek..
Dönencelerin hemisfere karıştığı , Ekvatorun ülke adı yapıldığı hatta meridyenlerin artık otel sanıldığı bir başıbozuk top..

Kimi ülke sınırlarının cetvel ile kazındığı, aslında bilmem kaçıncı paralelin altı ve üstünün yasaklandığı tüm bunlara rağmen su gezegeni olduğumuzun gerçeğinin karartıldığı bir gezenti gezegen işte…

20 yıla, insan denen canlı türünün bir daha asla tatlı suyu bulamayacağı, fosil yakıtların Kyoto’yu sallamadığı, enerjinin hiç bir türünün temiz olamayacağının hala anlaşılmadığı kokular ve kimya yığını …

Ruaanda’ya fahri doktoranın kakıldığı, Somali’den kuyu ihalesinin işe karıştığı, Avrupanın güneyinin artık Akdeniz çukuru adını aldığı garip bir kütle …

Tarihin en büyük köle ticaretinin yaşandığı, çocuk tecavüzcülerinin ondalık rakamlara ulaştığı, hayvanlara şiddetin tavan yaptığı ama hepsinin beraate yollandığı koca bir alan…

Talanın tavan yaptığı, kanunun caniye çalıştığı ,silah ve kozmetik harcamalarının oluk oluk aktığı , çaresizlik içinde öküzlerin hızlı trene bandırdığı, Bandırma vapuru çürürken Nusret’in çakmasının yapıldığı bambaşka bir ortam…

Yer altı kaynaklarının yağmalandığı, tabiat ananın unutulup allah babayla yaşandığı , eğitim ve sağlık ile sistemin içine yapıldığı yusyuvarlak bir kitle işte…

Barışın karış karış çalındığı, organların pazarlandığı, bioteknoloji laboratuvarlarına kostüm tasarlandığı , delinin aklına uyup yıllardır balkonlara bakıldığı kos koca bir meydan…

Dünya bu yüzden savaşa kilitli .
Ay ve cennetin parselizasyonu zaten çoktan bitti ve satışa geçildi.
Aslında iki kıza tavsiye verilmeliydi ..

Dünya u war lock ( savaşa kilit) ya da dünya u war luck ( şansa kilitli )

Rengarenk

Sertab da dedi ya, bakın nasıl oldu işte bizdeki yandaş ahenk…

Kapıdan çıkar çıkmaz önümdeki rengarenk afişli otobüs durağını gördüm.
Hemen yol kenarına dizilmiş ve içinde takla atan saçma sapan reklam panolarıyla büzüldüm.
Sağlam bir kapalı ihalede, bağlamı şekilli ama otobüs yönleri ve saatleri belirsiz göstergeleri de süzüp süzüp, manasızlığına sövüp epey üzüldüm…

Derken mavi bir halk otobüsü geldi anonim şirketten. Arkasındaki ise kırmızı ile krem sanki miras kalmış ta İETT’den…

Tam karşıdan karşıya geçecektim ki yol kenarındaki sarı ve ortasındaki beyaz çizgilere takıldı gözüm .Kimi zigzag, kimi kesik kesik; başlarında lacivert bir levha ile komisyondan geçmiş belli ki beşi birlik park yeri, ancak bakamadım ki içinde var mı doğru eşik?

Bayır boyu gelen, çoktan nesli bitmiş erguvan ağacına nazire eden garip morumsu otobüsün peşi sıra bir de acı yeşil. Yağmur gibi yağıyor bak sermayeden sanal seçimli renkler, adeta çisil çisil.

Sarı, kırmızı ve yeşil trafik ışıkları, yasaklı olmuş renkler canlanır anıları;
Baksana, bu yüzden mi sarı, turuncu ve yeşil olmuş candaş pop kanalları?

3 kulhuvallah, 1 elham; ruhuna el fatiha…
Sol şeritte ağır aksak cami yeşili cenaze arabası, peşlerinde ise çizgili bir otobüs, içi dolu kara çarşaflı akrabası. Bir de konvoy olmuş kortej yapar otoban boyunca tayfası…

Sarımsı turuncumtrak taksiler vızır vızır.
Bir de reklam ışıkları tepesinde gözümü fena ısırır.
Tabii ki hatlı minibüslere her tür ilan alınır, arada haki yeşili askeri araç nasılsa gözden kaçırılır…

Beyaz ambulans canhıraş çığlıklarla kırmızı mavi led çakar, daltonizm oldum kardeş daha başka sırada ne renkler var?

Fıstıki yeşil çöp kamyonuna fosforlu yeşil yelekliler asılmış,
Cephelerine ise sarı beyaz papatya çıkartmaları da unutulmadan yapıştırılmış…
Turuncu akom otosu karayollarının kamyonetiyle yarışmış, inanın anlamadım ressamlar ne yaparmış?

Metalik gri lale model tramvay, bir de metrobüs var. Yetişin dostlar sanıyorum bu ara irisimde yangın var.

Kıpkırmızı ışıl ışıl itfaiye takılmış bir alt sokakta, bağırıyor cayır cayır.
Zaten kalmadı ki ne dağ, ne çayır, ne de bayır…
Binalar ise kafayı iyice karıştırmış. Her seçim öncesi filizlenen demirler, her seçim sonrası başka renkte kat atmış… Yeni bloklarda moda kırkpare, aman tanrım ver bu işe artık biçare. Bir de klima, uydu, çanak ve tabela keşmekeşi. Bilemedim bu ahenk ve uyum hangi leş şehirciliğin eseri.

Gri koruma araçları camlardan badem şekeri kılıklı kol bacak sarkıtmış,
siyah camlı minibüste bir pop star ya da siyah makam aracında birkaç bop star kendine ayrılmış yollara yayılmış; oysa köprüler rengarenk ledler ile adeta diskotek ve bar gibi aydınlanmış. Biraz da led ekran ve billboard koy, nasılsa beklenen tek şey makarna ve kömüre oy…

Göremedim ama pembeyi henüz,
Belli ki boyalıkuş olmuşuz hepimiz düpedüz, hem de fark bile etmeden güpegündüz…

Lombardia yolculuğundan…

Gölgeler düşüvermiş gözlerimin çukurlarına o sabah,
Hazin bir morlukla sarmaş dolaş …

Göz ucuyla baktım komisyona, vasıta beklerken ana haberlerde, inan itlerde bile olmaz ki böyle dalaş…

Hepsi Ermeni, hepsi Türk, hepsi Kürt, hepsi Arap;
Ama görünüyor işte hepsi harap.
Üstelik şeriatın şişirdiği hırsız ellerde haram bile değil o şarap…

Lpg satıcısı kamyonun, overlokçu cığırtkanlarının anonslarına karıştığı misali duygularım ve onurum da karman çorman.
Yamukrasi Futbolmasi kokuyor buram buram…
Taş sobada kaynamaktaydı oysa ben çocukken nine evindeki katıksız çorbam…
Çorbada tuzum olsun diyen haramilere ise meclis olmuş adeta yaban bir orman.
Keşke yeniden çizse Bedri Koraman ve seslendirse en nadide nağmeleri Sabite Tur Gülerman…

Kaldırım amelesinin yanık sesi de eşlik ediyor kurumuş mor menekşelerin sessizliğine şimdi klavyemde. Oysa Ülkü öğretmenin arpa şehriyeler ile yaptırdığı çember hala gözlerimin önünde ilkokuldaki ahşap sıramın üzerinde… Çok sular geçti köprünün altında tuz yüklü eşek geçti bir nebze nem almadan o sudan… Anladım ki dönmek çok zor o güne lakin tahta kafalılara akıllı tahta verseniz de nafile…

Ne şırınga işe yaramıştı ne de küplerde altın evde. Ne draje sakızı siyoniste vergi rekortmeni olsun diye şu aç ülkemde… Tablet tablet yuttururlar deseler de aslında lazım olan fitildir kullanılması gereken alan ise anal neticede… Çek şurubu üstüne. Biraz da aerosol ve deodorant ekle şimdi merhem niyetine. İstikbal göklerdeydi, şimdi ise istikrarsız itler sahnede…

Kokulusu yeni çıkmış silgim kaybolmasın diye kınnap ile boynumda. Tükürükle ısladığım Devlet Malzeme Ofisi’nin el altından satılmış yasaklı sabit kalemlerim ise ‘’ali topu at koş ali koş ‘’ dövüzleri ile saklı koynumda… Oysa E5 üzerindeki eski depoları bile kufi yazı ile medeniyet üniversitesi olmuş bir solukta hem de yanan Haydarpaşa garının yolunda… Christine Haydar yine gelmeli taze gelin olarak, alışın verişin konumlarına hem de Erkan Özerman yoluyla…

Kolalı yakam, mavi ve belden büzgülü pamuk saten önlüğüm ve meşin saplı okul çantam…
Yoktu ki zaten o yıllarda plastik beslenme çantam.
Bir katlanır akordeon lastik bardak ve yarım elma gönül alma. Komşunun bahçesinden çalınacak çok meyve vardı hala…

Ah o kenar süsü döşediğim çizgili defter.
Biraz harita metod ve biraz da resim iş dersine eşlik eder…
Mihsap zaten rengarenk, cetvel ise henüz şeffaf; oysa demir pergel paslı, gerisi öğrenmeye zifaf…

Sesci Aykut Gürel: Yayınla besmeleyle messelede bunu da; tam ön koltuğumda inan şu an bizim Demet Akalın oturmakta… Konum 11 000 metrenin üzeri Sırbistan semalarında ama aklımda yok İvana, yan koltuğumda üstad Yıldırım Mayruk uyumakta…
Jet set ekonomi klas, anladım ki bizim eğitim işi artık olmuş hafif yontulmuş odunumsu ama 5X10 kılığında inşaat işi bir kalas…

Mart ortası bir Lombardia yolculuğundan… Barbaros yazıyor…

Film İcabı Ankara!!!

2. El Uluslararası Film Festivali için yine Ankara’dayız…

Ama hala köyden bile geri kalmakta olan Ankara’ya şaşmaktayız…

Bir Cuma gecesi, 00:30 uçağı ile başkente uçacağız. Kimbilir hangi gavat yüzünden, yaklaşma aleti bozuldu diye saçma bir bahane ile kabin içinde bir saat daha mahsur kalacağız… Öyle ya, günde yaklaşık 1000 uçağın iniş kalkış yaptığı alanda nasılsa ahmak zannedildiğimizden böyle bir numarayı yutacağız…

Yaklaşık 02:30 suları Esenboğa’ya iniyoruz… Isının eksilerde gezdiği karlı alandan yolcu çıkışını bodoslayıp sessizce dışarı ulaşıyoruz… Zehir gibi soğuğa rağmen ciğerlerimizi yakan tezek kokusuna her seferinde zaten şaşıyoruz.

O da ne? Yolcuyu kente ulaştıracak ne bir servis var ne de raylı sistem… Oysa binince taksiye, sizi meydan çıkışında karşılayan ilk afiş belediye başkanının başbakana yağ çektiği cinsden…

Lider ülke Türkiye. İyi de kilerde yatırım ortaklığı niye?

Karlı, buzlu, kapkaranlık yollardan kente doğru giderken, 2. Dünya savaşının sonunda yapılan sosyal konutlara benzeyen garip renkli led ışıklı binalara hayret içinde bakıp Gazi’nin Ankara’sının nasıl da rantsal bir çıkara kurban edilişini şaşkınlık içinde üzülerek anılarımıza bir kez daha yazıyoruz…

Aslında yıllardır desteklediğimiz 2. El Film Festivali gerçekten tam başkente uygun, çünkü herhangi bir festivalden red cevabı alan tüm filmler buraya seve seve kabul ediliyorlar… Üstelik bu yılki konu “futbol” temalı olunca orta hakemi olduğumu belirleyen afişler tüm kentin bilboardlarını da süslüyorlar…

Girilmesi de çıkılması kadar zor ve kapkaranlık olan sokaklar kar, buz, çamur ve pislik içinde… Zaten halkı da mutsuz ve kapkara giysiler biçiminde…

İlk gün önce Nevzat Ayaz Kız Teknik Meslek Lisesi, ardından Gazi Üniversitesi Meslek Eğitim Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Matematik Kulubü’ndeki yoğun ilgiye maruz umut veren etkinliklere dalıyoruz. Akşamı ise Sakarya caddesinin her tür kimliği bağrına basabildiği ender mekanlarda şahlanıyoruz…

Büyük alışveriş merkezindeki oyuncu ve yönetmenlerin Ankara Gücü’ne karşı yaptığı Futbol maçının ardından kentli konuklarımızla hoşsohbet anlar ile yaşamı bir kez daha taçlandırıyoruz… Ve dönüş için rotamızı tezek kokan o dünyanın öbür ucu, ulaşılması zor havaalanına bir kez daha doğrultup kontuarlara varıyoruz…

Haber bülteni, bekleme salonundaki açık televizyondan tüm gerçekleri yalan dolu stratejisi ile bir kez daha yayınlıyor… Hepimiz Ermeniyiz diyen yürüyüşler, geçenlerde yapılan Hocalı Katliamı’na karşı etkinliğe alternatif diye sunuluyor… Demokrasi Yamukrasi ve Futbolmasi yine karışıyor. Aklıma Bursa maçında toplanan Azeri bayrakları geliyor… Bu arada belediye başkanı, kente dev film stüdyoları yapacağını ve bunu dünya sinemasına bedava kullandıracağını söylüyor . Yetmezmiş gibi ucube üst geçitlerin hepsini saat kulesine döndürerek Ankarayı dünyada en çok saat kulesi olan noktaya taşıyacağını açıklıyor…

Bir kez daha anlıyorum ki bunların hepsi trışkadan momborak siyaseten Film icabı… Ali Baba ve 40 Haramiler’in definesinde yatarmış icabı. Büyülü Lamba değil ki “Ala ettin ey Akşemsettin” icadı…

Ne Akkürek ne akıl ürkek bize melek gerek

Küçücük bir çocuktum.
Teşvikiye caddesinde, Tikveşli apartmanında oturduğumuz yıllardı. Çapkın babamın yoğun sosyal yaşantısı nedeni ile birçok önemli kimliği de tanıma fırsatı buluyordum…
… ve yıllar geçtikçe, bu topraklarda ne idüğü belirsiz seviyesizliklerin ne denli rağbet gördüğünü bir kez daha anlıyordum.

Devrin en önemli politik mizah dergisi ŞAMBABA’nın kızı ile evli, yakışıklı, spor Amerikan arabalı mimar bey, çoktan genç ve ünlü sosyetik güzeli metres tutmuştu. Topağacı başına bir de butik oturtulmuştu. Adını o yıllarda bilmediğim bayanın varlığını, butiğine giren süper mini etekli ve akaju krepeli kabarık pembe saçlı seksi kadının da annesi olduğunu söylediklerinde ilk kez duymuştum. Üstelik o yıllarda zina da suçtu…

Aradan yıllar geçti. Babam yeniden evleniyordu.. Bir akşam üzeri Erenköy Ethem Efendi caddesindeki köşklerin olduğu bahçeye davetiye bırakmak üzere gitmiştik. Çam ağacının altındaki demir koltuklar ve taburelere tam yerleşmiştik ki o pembe saçlı kadın beliriverdi. Bir de ağzında sigarası, sarkmış dudakları ile alttan alttan bakan ihtiyar adam. Birkaç laf ardından peder davetiyeyi uzatarak “düğünümüz var bekleriz” dedi. Yaşlı kurt bana ve müstakbel üvey anneme bakıp: “İyi de, bunlar çok küçük evcilik mi oynayacaklar? Ama genç yaşta evlilik iyidir. Çok gezen babuş çok bok getirir” dedikten sonra beni yanına çağırmıştı. Şaşkınlıkla onun koltuğuna doğru boynum önde yürümüştüm. Genelde yaşlı amcalar o yıllarda başımızı okşarlardı. Bunağın elini kalçalarımda hissettiğimde yıl daha 1971′di…

Aradan yine yıllar geçti, sanırım 1978’lerdi. Bu kez modacı ve butikçi olan sapkın kurtun kızının defilesine hazırlanıyorlardı. Peruğunu takmadan müşteri karşısına asla çıkmayan bayan, aslında kullandığı aşırı uyuşturuculardan dolayı saçını kaybetmişti ve üstüne üstlük yoğun cilt problemleri de yaşamaktaydı. Bu durumuna rağmen mimar sevgilinin yerini devrin ünlü sahne kadınlarıyla meşhur olmuş Giresunlu bir çapkın bulabilmişti…
İlk defile asistanlığım olan o işte karşılaştığım o kadın, adını yıllar önce Topağacı başındaki butiği sayesinde tanıdığım aşifteden başkası değildi.
Yaşlı kurt ve pembe saçlı karısı göçeli yıllar devrilmişti.
Zaten sapkın kurtun erkek kardeşi kendini tren altına atarak intihar etmiş, onun oğlu ise cinsel uzvunun fotoları ile Kadıköy’den Fatih’e ne çok kadını taciz etmiş, tehditler ile canından bezdirmişti.

Sarkık dudaklı adamın oğlu ise alkolizmden vefat etmiş diğer bir kızı ise kansere yenilmişti…

Bugün sahil yolundan geçerken içimden bilin ne geçti?

Bir tarafta, güya erdem abidesi yapılmış bir kültür merkezi ama içi dolu beş para etmez ailesi bile kelek.

Birkaç yüz metre ileride ise bir barınak içinde yüzlerce masum melek!!!

Tarihimizle Yüzleşelim.

Alıştıra alıştıra yakında yapıştırılır alnımıza alaturca alatura … Demezler ise namerdim,

TARİHİMİZLE YÜZLEŞELİM diyecekler adım gibi eminim…

Küçücük bir çocukken ninemin kolunda Maraş burması altın bir bilezik görmüştüm,

Boynunda da ucunda Cumhuriyet altını olan Diyarbakır usulü karpuz çekirdeği de denen bir zincir…

Üstelik oralarda henüz Sütçü İmam Üniversitesi bile yok iken, ergen aklım cahilken ve de elimde kaymaklı maraş dondurması şapur şupur yalarken…

Bilemezdim elbet o yaşta Mardin gümüşünü ve yanında Süryani şarabını…

Midyat’a pirince giderken Mor Gabriel’de bulunur muydu acaba bulgur pilavı?

“Dondurmam Gaymak” filmi zaten ortada gaydırı guppak bu günlerde erken…

“Teke tüke sakalı, oy madımak” da oynamıştım ilkokuldayken.

Bugün koca adamların oynadığı küçük oyunları düşlemeden…

Gençliğimde yanıverdi Madımak oteli birden… Ne tesadüf ki içi, aydın birçok masum insan doluyken.

Çember sakallı zanlı ise bugün eller boşta gezerken…

Hafik ve Suşehri zaten o yıllarda Beyoğlu’nda bile meşhurdu alenen…

Sonra, dersimi daha çalışmamışken, dersim özürü geliverdi nasılsa birden…

Henüz soykırım tartışılırken ayna düştü kırıldı birdenbire aklımdaki yerinden…

Erivan’ın adı Vaneli olsun diyen, baktım ki bir milyar dolarlık vergisiz ticareti pekiştirivermiş Bursa futbolmasisinden…

Azeri bayrakları ise acilen toplanıvermişti “O” gün taraftarın elinden…

Dokunmatik demokratik, bu iş aslında artık biraz ayarmatik!!!!

Parçaları yeniden topladım dün gece aniden rüyamda…

Maraş Kahraman bir çakma olmuştu kanunla.

Antep de zaten gazi, urfa ise şanlı ama şambaba misali…

Bitlis’ten 5 minare Newyork’a, Siirt’de çocuklara tecavüz gırla…

Tunceli, Kamer Genç usulü çiçek sulasa Hakkari Üzümlü Dağlıca Aktütün üçgeni arasında!!!!

Bagajında, Kilis’ten tabak bulundu diye tutuklanıp aylarca hapise atılan Lale Oraloğlu da aklımda oysa. Sanırım bu ara bir dönme dolap dönüyor ama

lağam çukurunda.

Madımak Oteli de, et lokantası yerine, son dakika olamadı Utanç Müzesi bile, çünkü değil ki kimsenin umurunda…

Dersim ise ayrı bir polemik peşinde ama unutulmadı Kubilay ve Menemen omlet değil ki zaten meclisin lokanta listesinde.

Bu durumda çözüverdim ruhumda, çünkü aslı malum adamlarca dumura uğratılmakta…

Karıştıranın alnını karışlarım,

Bakın nedir benim kanım…

Fransa’ya boykot diyenler ticareti iki kat körüklerler…

İsrail’e ‘’van münit’’ ama Van’da çadırda kalmadı bile ümide tek kibrit!

Tarım zaten olmuş bak hibrit.

Elbette ki “Angut”lar getirtecek kısır angus ki olalım ifrit…

Yavaş yavaş yerli belgeseller de yumuşuyor…

Car car atıp tutanlar Üsküdar’da fena yelleniyor…
Ve sizi yakında son bir manevra daha bekliyor…

Demezler ise namerdim, emperyalist zihniyet

“TARİHİMİZLE YÜZLEŞELİM”

diyecek artık adım gibi eminim…