Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

28 Eylül 2012 Cuma

Orak, çekiç, tornavida ve balyoz.

Peki ya ingiliz anahtarı? Yok yok, kan damlıyor su değil, civataya somun artık yarım somun ekmek bile değil. Lawrence of Arabia yok artık ehli mehil, yerine Angelina Jolie var, inanın bu sefer plastik boru değil. Saman ve ot bile karaborsa, hala giyin sen polyester çüpünü merdiven altından 9 lira 99 kuruşa. Oysa bak Calabia bile artık protokulunda, hamamda koca karılar nasıl bayılır misali takla atar paçalı güvercin havada. Tut şunun ucunu döşeyelim dediler, Nabucco operasını direkler arasına çevirdiler, derken Samsun Yumurtalık boru hattını tarihe gömüp kuş gribi ayağına kapanan betebe iğne ampülü fabrikasının yerine alış veriş merkezi yapıp şırınga bile servis ettiler . Bina, zina mübah.. Oysa ima suç. Hey efendiler eller cepte kafalarınız tokuşuyor muç muç. Kabul olur mu bu durumda hamursuz misali şamdanlı oruç? Plaj kabininde mayo değişir misali değişir hep kabineler, aslında aynı rantiye gırgıriye filminden de beter sevgili şaşkın güzeller. Bir mıhlama iki zıplama üç hop hop, yetmez ama evet demek için olmalı mı ki zirzop? İleri vites aristokraside geri vites yapar demokrasi, zaten Surinam ile Suriye arası bu günkü yamukrasi. Kol klapasındaki rütbeler hutbe olmuş, aslında küçücük aslancık Kıbrıs sahillerinde Karpaz’a doğru parsel parsel arsa da bulmuş, şimdi nice gemiler yanaşır oraya da, bak Fatih’in kadırgaları çoktan kaburga sofralarına meze oldu nasılsa. Kurmayın artık düş müş, geleceğiniz zaten oluyor içten dıştan çürümüş. Dostluk, kardeşlik dedikçe savaş rüzgarları esiyor, toprağında düşmanlık, pazarında perişanlık dörtkol çengi kol geziyor. Bir de eşkiya yok keserken karabakır dol şarkısı listelerde esiyor. Ek madde kanun hükmünde kararname ve örtülü ödenek, üzerinde kağnı olan resme protokol sarayında 30 bin lira verip asmak ne gerek, sil kağnıyı bunun sadece atlısını getir der şen bülbül aslında Türkmen atını nasıl da ettik bahçevana sütçü beygiri misali dül dül.. Bir fidanın güller açan dalına baktım, sarı gül, mor gül, kırımızı gül derken halvetinin kara gülünde uyandım. Ne derdim var ne tasam tek sağlam kalan kalçam oldu kumbaram. Onda bile teharattan fazla atık su bedeli, bas zammı yoksa kalmaz gamı bu eserin. Sol anahtarına ayar diyez bemol, al bir tüp acını alacaktır analjezik anestol. Orak, çekiç, testere ve kontrol kalemi, yakındır hepinizin kapısında birer mahkeme celbi.

26 Eylül 2012 Çarşamba

RUHUMDAKİ KADINA BAKTIM

İçimdeki masum kimlik... O sabah, aynada bir gece önceden kalan takma kirpik kalıntıları adeta göz pınarlarımdaki çapağa dönüşmüştü ve kurumuş dudaklarımın kenarındaki kalem kalıntıları ise iyice belirginleşmişti. Dağınık va karışmış spreyli saçlarımından dökülmüş uzun saç tellerinden birini göğüs dekoltemde fark ettiğimde, gözbebeklerimin tam karşısındaki aksında yeni bir kimliği farkediyordum. Lavabonun üzerindeki ecza dolabı aynasında, bir ben bir de içimdeki kadını aynı anda izliyordum. Elimi kapağı açmak üzere kulpa uzattığımda, eskimiş ojelerin döküntü yaptığını farketmem zor olmadı, ortasından sıkılmış diş macunu tüpünü elime aldığımda ise diş fırçasının artık kaplama ön dişlerimi bir daha asla beyaz yapamay acağını... Boyun kırışıklarım ve sarkmaya başlamış yanak adelelerimin çene ovaline vurduğu darbelerden yaşanmışlığın çeteresini okuyordum, kazayaklarının derin izlerinde ise bir kez daha kahroluyordum. Güneş lekelerinin koyu hareleri belkide geçmişin bana vurduğu soğuk damgalara benzemeye çalışırken el üstü damarlarımın daha da morardığını ve cildimden dışarı çıkmaya ve kansızların boynuna yapışmaya çalıştığını gözümden kaçırmıyordum. Tahta saplı ve oplu fırça teli başlı saç fırçamı alıp taranmaya başladığımda her zamanki alışkanlığım şakaklarımda hissettirdi acıyı, oysa uzun buyalı saçların tıkız olmuş uçlarında başlamalıydım ki bir an önce bitsin ensede yalancı topuz toplamayı. Su ve sabunun kuruluğunu almak basit bir acıbadem sütü ve ellere her daim dermandı gliserin kürü. Belki de içimdeki kadının tek lüksüydü manikürü... Gülsuyu dökülmüş pamukla siliverdim çabucak cildimi. Hemen arkasından teneke yuvarlak kutudaki en ucuzundan bir kremi yapıverdim en kaliteli nemlendirici... Hızla dönüp odaya geçireverdim üstüme günlük bir empirme elbiseyi. Koridordan kapıya ulaştığımda ayakkabılıkta uyuya kalmış taşlı gece çantasının yerine sahte deri çantam portmantoda beni beklemekteydi. Omuzuma çene altı eşarbımı atıp üzerime kolağzı aşınmış pardesüyü takıp hızla kilitledim çelik kapıyı dışarıdan. Topukları sıyrılmış dekolte iskarpinlerim gecikmedi, paladyan koridorda ses vermeyi sabah sabah komşuları uyandırmadan. Ağır apartıman kapısının ardımdan sıkıca kapanması da gerekliydi oysa dün geceki aşifte şimdi namus için kaldırımda mı gezmeliydi? Sokaktaydı dün gece öldürdüğüm, bugün aynada başka kadına büründürdüğüm ruhum. Kasabın bıyık buruşu defterindeki borcuna karşı mahcup duruşum. Ana caddeye ulaşınca içimdeki masum ve iffetli kimlik, bakan erkeklerin gözlerindeydi yaşamamış fahişe nefretlik... Sıcak bası verdi birden. Var olmanın dayanılmaz hafifliğine kadın olmanın getirdiği inanlmaz ağırlık yüzünden. Şiddet taciz kürtaj sezeryan yafta. Havalandı karabasan kılığındaki sert esen toplum rüzgarıyla kaldırımdan havaya. Alnımda boncuk boncuk terler göğsümün tam ortasında sineme ağır apır bir yalan acı verdiler. Direndim uaynmamaya sonumu görmek için. Caminin minaresinden gelen ezan sesi oldu rüyamda ecelim. Ama gerçeği fark edince öldü ruhumdaki kadın meğerse ben erkek olarak uykuya dalmışım .

19 Eylül 2012 Çarşamba

MAKİNA



Say say bitmez....
Kıyma, traş, fön, tost, dondurma, dikiş, matbaa, televizyon, asfalt, hesap ...
Say say bitmez hayatımızdaki makinalar. Öyleki önce tekerleği bulur, ardından da makinayı icat eder insan. Ama Bertol Brecht'in de dediği gibi, "Ekmek asla satılmaz bir daha ucuza inan..."

Malum Top’lu iğne, sonrası Ç’engelli iğne ve ardından da ‘’Bugün Kime Giydirsem‘’ ile gelmiştim karmaşık ekran ve medya dünyasına. Bir de Ördeğe tecavüz olunca Anadolu'da, ikonu ördek olan İKON MAKİNASI geliverdi bir anda aklıma. İşte bu yüzden 1 Ekim'de hafta içi hergün TV8 ekranlarında 14:30-17:00 arası bir kez daha buluşacağız görüntülü ve sesli yayınlar aracılığıyla.

Bu bir yarışma değil, katılanlara ödenmeyecek paralar vaad edilip, onları vahşi bir mücadele içine iten. Bu bir sahte yetenek kurgusu da değil, onları küçük düşürüp alay eden. Bir dizi hiç değil, içinde ensest tecavüz, cinayet, hırsızlık ve entrika içeren. Aslında, bir kadın kuşağı da değil, yemek pişirilip koca düşünülen yada bir haber programı masa başında körler ve sağırların birbirini ağırladığı görünen. Çılgın tüketime iten reklam tuzağı da değil, insanların özeli üzerinden ajitasyon ve sansasyon yaratan. Ne baldır bacak ne de göğüs dekoltesi, ne tesettür meselesi ne de ortalama izleyici aptaldır düşüncesi.

Kafanız karıştı biliyoruz. Biz de merak içinde muhteşem stüdyodan yayını bekliyoruz. Şimdilik banttan kayıtlı ama yakında canlı da olacak, bunu gerçekten ümit ediyoruz.

Hayatımızı bu kadar makina sarmışken ve eğitim-sağlık-güvenlik çarkları, bizi kıyam gibi doğramışken, bakalım İKON MAKİNASI’ndan hangi köftelik kıymalar çıkacak. Ortalarda cızbız köfte gibi dolaşan mayokini dilberleri, nasılda şaşıracak. Bizleri kimi alkışlayacak kimi yuhalıyacak kimi bağıracak kimi en ağır eleştiriyi koyacak. Oysa, 5 yıldızlı otelde gerçekleşen katılım kapmlarımızla, unutulmaz güzellik ve konforda nice anılar ömür boyu iffet, ahlak ve erdem dolu hatırlanacak. Her yaştan çağdaş kadının, kendi mesleğini, hayallerini, gustosunu, görgüsünü, kültürünü, şakacı yanını, farklı hobbysini ve bilgisini yansıttığı bu format belli ki sanat, moda, siyaset, medya ve ticaret hatta cemiyet dünyasına nice yeni muhteşem kimlikler kazandıracak.

Seda Ertan ve Deniz Pulaş ile birlikte yöneteceğimiz, katılımcıların haklarını savunan avukatlara dönüşeceğimiz, onlarla tüm günü kamplarda el ele geçireceğimiz müthiş bir serüven sizi bekliyor. Dilerseniz iş, dilerseniz kariyer, dilerseniz armağanlar sizleri de bekliyor. Kaybedeni olmayan, güzelliğin çağdaşlıkla kaydedildiği bu program 18 yaşını doldurmuş şimdilik her bayana açık. Daha sonra bayları da ağırlayacağımız yayınlarımız asla olmayacak saçmalık.

Haydi şimdi takalım makinayı prize ısınsın makinamız bir kez daha sistemin içinde nasıl hiciv olurmuş göstersin herkese diye .
Lütfen bizi izlemeyin . Sİz izinde olmanız gerekenleri izleyin ...

16 Eylül 2012 Pazar

Biat eden toplumu değil gercek özgürlüğü arıyoruz


Barbaros Şansal bu hafta, Cumhuriyet mitingleriyle öne çıkan, Mehmetçik ve Diriliş yürüyüşlerinde on binlerce genci yürüten Türkiye Gençlik Birliği (TGB) Üyesi Çağdaş Cengiz ile konuştu. Lisede düzenlediği şiir gecesinde uğradıkları sansürü Nazım Hikmet'in Vatan Haini şiirini okuyarak protesto eden ve ardından gözaltına alınıp Başbakan'ın hatta Meclis'in gündemine gelen Çağdaş, çağdaş toplum hayalini anlattı.

Çağdaş Cengiz 1987'de Muğla, Milas'ta doğdu. Lise yıllarında Nazım Hikmet şiiri okudu diye, Başbakan Tayyip Erdoğan bile adını andı ve Meclis'te konuşuldu. Aslında hepimizin içinden biri. Hem yurttaş hem de genç... Çoğunuz onu tanımıyorsunuz ama ben de yeni tanıdım ve tanımanız gerektiğini düşünerek bu söyleşiyi kaleme aldım.
Bir sonbahar günü kentin merdivenlerinden Yarımada'ya doğru bakan bir parkta buluşuyoruz.
Benim elimde ona hediye aldığım 'Büyük Nutuk' var. Oysa o, onu çoktan hatmetmiş bile. Mahcubiyetimi gizlemeye çalışırken, o hemen tütününü çıkarıp bir de sigara kıvırıyor, yapışkansız Tekel kağıdıyla. Üzerindeyse kız arkadaşının ona özel notu yazılı: 'Zıkkımın kökünü iç!'

Sıcak gülüşlerle giriyoruz lafa.
× Çağdaş sen kimsin?
Henüz Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden şubat ayında mezun olmuş, şiir ve tiyatroyu hep hayatında isteyen, bekar yaşamanın pahalı oluşundan dolayı, kaldığı yerde dil öğrenmek amaçlı yabancı ev arkadaşı seçen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.

× Nasıl bir hayat üniversite hayatı?
Özellikle akademik anlamda kendimi donatmak; hayatı, siyaset ve politikayla yaşamak için bu dalı seçmiştim. Ama üniversitelerde bu istediklerimiz olmuyor maalesef.

AKADEMİK YAŞAM KISIR
× Neden?
Esas eksik, akademik yaşamın kısırlaştırılmasında. Müfredatla ilgili ciddi problemler var. Belki kendi kaynak eksiğimizden, daha çok da Batı kaynaklı tercümeler kullanılmasından dolayı bu sakatlık. Oradaki model ve teoriler bize yorumlanmadan olduğu gibi sunuluyor. Neoliberal politikalar tamamen hakim ve özellikle alternatif sokulmuyor. Tartışma ya da eleştiri de kabul görmüyor. Belki de İstanbul ve Ankara mülkiyelerinde 50'lerde bir gelenek başlamıştı ama 80 darbesiyle bu süreç kırıldı. Pek çok değerli akademisyen üniversitelerden uzaklaştı, sistem güncel olmaktan çok uzak. Onlarla hayat geçmiyor. Bilimi esas alan, özerk ve demokratik bir üniversite yapısından söz etmek mümkün değil.
Konu emperyalizme geldiğinde Libya'dan Irak'a, tüm Ortadoğu'ya hakim bilgi ve gözlemleriyle, bu çirkin süreci herkesin anlayabileceği bir dilde anlatmaya başlıyor. Hayatla tamamen barışık, kısık ve hafif çekik gözlerindeki gülümsemeyi de asla ihmal etmeden. 11 Eylül saldırıları ve 79'dan beri ilk kez bir elçiliğe yapılan saldırı, hatta Kaddafi'nin ölümünde Hillary Clinton'un attığı kahkahaya dek tüm detaylarda kronolojik. Boğaz'ın girişindeki yoğun deniz trafiğine aldırmadan laf trafiğine devam ediyorum.

× Nasıl bir çatışma var peki okullarda?
İlk girdiğim dönemle, mezun olduğum dönem çok farklı. Başta biraz apolitik, hayata ve kendi üniversite yaşamına dar bakan öğrencilerden oluşan, kendine müdahalesi az, kültür ve sanata hatta bilime ilgisiz bir gençlik vardı. Gerçi ortam sağlanmıyor ama hevesli de azdı. Hele 60'ları falan düşününce epey şaşırıyoruz bu duruma. O yıllarda çok saygındı öğrenci. Ayrıca imtihanla girmiyorlardı zaten. Öğrencilerde ciddi bir uyanış süreci başladı. Ulaşım, konaklama, beslenme, araç, gereç çok pahalılaştı ve üniversiteler kazanç kapısına dönüştürüldü. Seçim propagandalarına 'her ile bir üniversite' cümlesi bile girdi. Bu durumda gençlik artık mücadeleye yöneliyor. Boş ver. Manzume gibi uzar gider anlatırsam.

MİLLİ EĞİTİM SANSÜRLEDİ
× Dur bir dakika! Manzume dedin de, bir de şiir merakın vardı senin. Hatta başına epey iş açmıştı... Neydi o konu?
Ben Muğla, Milas'ta lisedeyken, edebiyat kolundaydım ve Milas'ta hocalarımızla bir şiir dinletisi hazırlıyorduk. Pek çok Türkiye şairinin şiirlerinden oluşan ve dramatik bir sergileme yolu olarak müziği de içine koyduğumuz bir etkinlikti. Ben sunuyordum. Ama bunu Milli Eğitim Müdürlüğü sansürledi. Yarısının listeden çıkmasını ve yerine kendi istedikleri şairlerin konmasını talep etti.

× Kimdi bu şairler?
Nazım Hikmet, Ahmet Arif'in bütün şiirleri ve Atilla İlhan'ın bir aşk şiiri dışında hepsi çıkartıldı. Ben de sunum günü geldiğinde bir tepki koymak istedim. Tabii, gösteriye zarar vermeden. Hatta sunum metnini bile bize onlar vermişti. Dinletinin sonunda nihayet sözcükler bana kalmıştı. Ben de, 'Şu ana kadar dinlediğiniz şiirlerin dışında engellenenlerden birini size okumak istiyorum' diyerek, Nazım Hikmet'in 'Vatan Haini' adlı şiirini okudum.

× Eyvah! Nazım yerine nazırların olduğu bir yerde, kör gözüne parmak olmamış mı bu?
En önde kaymakam, milli eğitim müdürü, müftü, okul müdürü ve bir siyasi partinin ilçe yöneticileri dahil tüm protokol karıştı. Destek veren konukları da engellediklerinden, salondan büyük bir tezahürat yükseldi. O dönem Başbakan'ın da şiirle ilgili birtakım sıkıntıları olmuştu. Bir de kaymakamla, kapı önünde veliler polemiğe girince, o da 'Çağırın terörle mücadeleyi, alsınlar bunu!' diye bağırdı ve karakola alındım. 3 saatlik bir gözaltı süreci oldu. Veliler falan da gelince iş büyüdü ve gazetelere, televizyonlara kadar ulaştı. Milas halkının da desteği vardı. Başbakan'a sorduklarında beni destekleyen bir cevap verdi: 'Biz bu meseleyi 'Kopenhag Kriterleri' ile aştık ama konu ben olunca basın duruma tarafsız yaklaşmadı' dedi. Ben, o zaman 17 yaşındaydım ve konu Meclis kürsüsüne dek uzanmıştı.

× Ya bugün? Çünkü daha dün, TGB ile Çağlayan Adliyesi'ndeki Oda TV davasında kalem bırakma eylemindeydin. Bu yüzden TGB Genel Başkanı İlker Yücel'e değil, sana soruyorum. Çünkü başkanlar her zaman stratejiktir. Elemanlarsa daha naif.
Üniversiteye ilk girdiğim sene, hem tiyatro kolunda hem de Atatürkçü Düşünce Kulübü'nde faal olarak çalışıyordum. O yıl Bursa'da toplanan ve bütün Türkiye'den katılan üniversitelerin Atatürkçü Düşünce Kulüpleri'nin bir çalıştayı olmuştu. Şans eseri ben de oradaydım. 'Üniversite topluluklarını bir araya getirecek bir gençlik birliğini nasıl kurabiliriz?' diye tartıştık.
Daha sonra Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, Ankara Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Toplulukları'nın çağrısıyla bir kurultay toplandı. Ve ilk kuruluş eylemi 19 Mayıs 2006'da, 3 bin gencin; 40 üniversiteden 62 topluluğun -ADK'lar dışında da pek çok müzik, sanat, bilim topluluğu da- bir araya gelmesiyle müthiş bir sinerji sonucu oluştu. İki gün önce 'Danıştay Cinayeti'nin gerçekleşmesi de buna etkendi. Esas itibariyle, sağ-sol demeden, ayrımları bir noktaya bırakarak, Türkiye Cumhuriyeti'ni ve bağımsızlığı savunmak temelinde Türkiye Gençlik Birliği, şimdiki başkanımız İlker Yücel'in de divanda olduğu bu büyük kurultayla kuruldu. Hedefi tüm ülkeyi birleştiren bilimsel demokratik ve eşit eğitim hakkını savunan üniversiteli ve liseli öğrencilerin olduğu bir birlik olmaktı. Ben de Bursa'da kurucularından biri olarak işin başında oldum.

× Sonrasında da 6 yılda ciddi bir büyüme kaydettiniz. Neler etken oldu bu sürece?
Pek çok üniversitede konferans ve paneller, onun dışında 10 binlerce gencin yürüdüğü Mehmetçik eylemleri oldu. Kardeşliği savunan; Türk-Kürt ayrımına karşı konsensüs isteyen tavrımız da en önemli duruştu. Bu programların sonucunda da üniversite ve liselerde uyanış başladı. Katılım rekor bir grafikle yükselmeye başladı. Bu destek de gelince, muhtarın daveti üzerine Diyarbakır'da Bismil'in Aslanoğlu Köyü'nde bir ilkokul inşaatına başladık.
İşe ilk başladığımızda biraz asık suratlı görülüyorduk. Çünkü politikacılar hep koyu renk elbiseli, beyaz saçlı ya da boyalı bıyıklı, orta yaş üzeri insanlardı. Sıcak bakıp dostluk çerçevesi içinde hareketimiz bu yargıları yıktı.
En son yine 19 Mayıs'ta, Bandırma Vapuru sembolüyle 200 bin kişilik diriliş yürüyüşümüz, tüm kamuoyunun desteği ve ilgisiyle gerçekleşti

KORKU ÖĞRETİLİYOR
× Kız arkadaşın ya da ailen ne diyor bu yaptıklarına? Merak etmiyorlar mı seni? Geç kaldığında ya da telefonunun şarjı bittiğinde...
Korku öğretilen bir şey. Ben oradaki, yani memleketin sirkindeki rollerden birini kabullenmek yerine yeni bir model, yeni bir toplum felsefesiyle yaşıyorum zaten. Yeni bir hayat, alışılmış olmayanı keşfetmek ve yaratmak ilkelerim arasında. Biat eden ve edilen bir hayatı değil, yaşamın gerçek özgürlüğünü arıyoruz ama sistemi sorgulayarak ve alternatif üreterek bir konsensüsle bunu gerçekleştirmek istiyoruz. Sanırım bütün bunlar sabırlı ve soğukkanlı olmayı da gerektiriyor. Adım adım büyüyoruz.

× Bana göre bütün bunları yaparken, herhangi bir siyasi ya da ticari kurumdan veyahut dış mihraklardan nakit yardım almamış olmanız en ilginç yanı... Şimdi İstanbul'da yeni bir merkeze ve ajansa hazırlanıyorsunuz. O yüzden hafriyatı şeker çuvalıyla yapıyorsunuz. Çuval deyince aklıma eylemler de geliyor. Nedir şu çuval meselesi?
2003 yılında Irak işgali başlamıştı. O dönemde 4 Temmuz'da ABD'nin kurtuluş gününde, yanılmıyorsam Erbil Kaymakamı'na suikast yapacaklar iddiasıyla Türk askerinin başına çuval geçirilmişti!
Ne tesadüftür ki, o arada iki Amerikalı sivil ama iri vücutlu şahıs, hemen yanımızdan ellerinde bira şişeleriyle sahile doğru yürüyerek geçiyor. Belki telaffuzdan, belki de bir kaç tanıdık kelimeden dikkatle bizi süzüyorlar. Bende hafif bir paranoya olsa da, Çağdaş son derece rahat üslubuyla aldırmadan devam ediyor.
Bu görüntüler basına da servis edilince, müthiş bir aşağılama hissetmiştik. Afganistan'da çıplak vücutlu esirlerin üzerine idrar yapılmış; Irak'taysa daha da beter! Bu işin başında olan General Petreus da söylemişti; 'Bunlar 100 yıl, bunu temizleyemezler; bunun altında kalacaklar.' Tabii ki, bu 1 Mart Tezkeresi'nin Meclis'ten geçmemesinin intikamıydı. İşgale direnişe cevaptı! Kimse tepki vermeyince de tüm halklar içerledi. Buna karşı Marmaris, Bodrum gibi limanlara gelen dev uçak gemilerinin paralı askerlerine durumu anlatmak istedik, çünkü onlar bizim gibi vatan millet uğruna can vermiyorlardı. Üstelik o kıyı bölgelere gelip kafalarına göre takılıp bir de bizim güvenlik görevlilerince korunuyorlardı!
7-8 arkadaşımız Bodrum sokaklarında bir askeri tespit ediyorlar. Önce durdurup Türkçe ve İngilizce tepki bildirisi okuyacaklarını sonra da sembolik olarak çuvalı başlarına geçireceklerini söylüyorlar. Amaç darp ya da gasp değil. Bunun üzerine asker korkup kaçmaya çalışınca da bizimkiler çarnaçar eylemi gerçekleştirmekten çekinmiyor.

BİR ÇUVALA 16 YIL HAPİS
× Çocukların başına bir şey geldi mi peki bu yüzden?
Tabii ki, ama şu anki koşullara göre bu normal. Yoksa böyle bir eylem için istenen 16 yıl hapis cezası dehşet verici. 25 Eylül'de ilk mahkeme Muğla'da gerçekleşecek. Medya da yangına körükle gidince her zamanki gibi karşı görüşteki hukuk adamları da ister istemez etkileniyor.

× Medya kendi nefretini başkasına giydirmeyi pek sever zaten. Bak, şimdi torba yasa varken neden çuvalla uğraşıp el alemin başına çorap örüyorsunuz yani. İkinci eylemde Antalya'da önlem alındığını gördük. Bir moda yarattınız ki üçüncü eylem de size mal edildi. Zaten bu eylemleri de bitirdiniz artık.
.......
Atatürk portresi ve imzası olan heybesini sırtına takma vakti geliyor. O merdivenlerden uzaklaşırken, hem Çağdaş, hem savaşçı bir genç daha hayatımızda yer ediyor. Gökten üç elma düştüğünü hayal ediyorum. Biri onlara, biri hala ayakta kalmış olgun aydınlara. Ve zehirli üçüncüyü de bu topraklar üzerindeki kirli oyunların tezgahını kuranlara...

11 Eylül 2012 Salı

EVLERE ŞENLİK CEMAAT



Karacaahmet'te ziraat
Hayırlı olsun bakalım, Tv'lerde sabah kuşakları nihayet başlıyor.
En taze magazin haberleri, en moda paçavralar, en nadide yemekler, bol yağlı börekler ve dörtkol çengi göbekler ekranlara geri dönüyor.

Tabiiki aynı programların içinde, önce tıkınıp sonra nasıl sağlıklı zayıflayacağımızı, hatta nasıl giyinip nasıl tuz seramiğinden hem de oturduğumuz yerden para kazanacağımızı bize çatır çatır öğretecekler.
Sendikalar, meslek örgütleri ve meslek odaları bir başka sonbaharı bekleyecekler.
Astroloji haritaları ile medyumları ve falcıları, aydınlık geleceğe bilinçli olarak yönlendirecekler.
Her kanalda bir Martha Stewart, her programda bir Oprah çakmasını bir kez daha bal gibi yedirecekler.

Bel ve boyun ağrıları serbest ama kürtaj ve sezeryan konuşmak yasak olacak.
Jambon ve likör yapımı yasak kalacak ama islami bisiklet gündem tutacak.
Sosyoloji, politika ve felsefe ise zaten alt yazıda bile olmayacak.
Bu arada beyaz eşya, gofret, çikolata, kredi kartı ve residance’lar çarnaçar aklınıza reklamla sokulacak.

Kimisinin işsiz kocası kahvede, kiminin henüz emeklemiş bebeği gece yarısına kadar okuldayken, afyonlanarak Afyon'daki şehitler dahil her şey unutturulacak.
Zaten Afyon Karahisar sadece maden suyuyla anılacak.

Sazlı sözlü kırkpare gözlü yayınlar, dünyamızı bize bambaşka bir açıdan her gün yeniden anlatacak.

Oysa grönlandın yüzde 40'ı eridi.
Karbon emisyonu rekor düzeye geldi.
Orta Amerika, orta Doğu, orta Afrika ve orta Asya kaynıyor.
Orta sınıf kaybolurken, kuzey güney birbirine dalıyor.
Her 20 saniyede bir canlı türü daha kayboluyor.
Yurdum saman ve ot ithalatını unutuyor.
Ve tüm bu işlemler 4.5 milyar yaşındaki dünyamızı 24 saate sığdırıyor.
Buna göre bakalım mı?
24 saatlik dünyada yaşam 1 saat önce oluştu.
10 dakika önce insan var oldu.
1 dakika önce sanayi devrimi yaptık.
ve son 30 saniyede ormanların yarısını yaktık.

Birazdan, önceden programlanmış haberlere oradan da en yeteneksizlerin olduğu yarışlara bağlanacaksınız.

Aynı saatlerde uydudan diğer ülkelere bakmanızı öneririm.
Rus, Alman, İngiliz, Fransız hatta Arap kanallarına dönelim.
Gelin elde şiş patik örmek yerine, yeniden bu dünyayı el ele sevgi, saygı ve özgürlükle örelim.
İşiniz Allah babaya kalırsa tabiat ana sizi affetmeyecek.
Böyle giderse zaten cehaletin atı Üsküdar'dan kalkıp, Karacaahmet'e gömülecek!

9 Eylül 2012 Pazar

O bacağı sana kolay vermezler


Barbaros Şansal bu hafta, gönlünü 1968'de tiyatroya kaptırmış, o gün bugündür sahne üzerinde kalmak için mücadele veren bir tiyatro oyuncusuyla Parkan Özturan ile buluştu. Uzun yıllar önemli tiyatrolarda sahneye çıkan, dizi ve filmlerde oynayan Özturan, tiyatro aşkı sayesinde toplumsal travmayla nasıl başa çıktığını anlattı.

Eski adıyla Kalkedon bugünkü adıyla Kadıköy'ün Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ne uzanan daracık sokaklarındaki, sanat dükkanlarının önünden süzülüp son derece keyifli bir kahvede bizi bekleyen Parkan Özturan ile buluşuyoruz. Taze çayları söyleyip hemen sözü ona bırakıyorum çünkü onun anlatacaklarının yarına ses vermesi için bu kez bacaklarının rolünü ben üstlenip muhabbete onu koşturmak istiyorum. Hem de sansürsüz! Perde açılıyor...

- Anlat bakalım, bugün Türkiye tiyatrosunda neler oluyor?
Ne olacak? Hiçbir şey olmuyor! Tiyatroyu öldürdüler. Giderek de daha çok yıkıyorlar. Çünkü tiyatro her dönemde, Osmanlı'dan bu yana iktidarları rahatsız etmiştir. Halklara direkt etki edip yüreklendirdiği için ya da düşündürdüğünden nefret edilir. Tüm sanat dallarından daha sakıncalı bulunur tiyatro. Öyle ki tiyatronun ilerici yapısı korku sebebi olmuş. Devletin kendi çatısı altındaki Devlet Tiyatrosu adlı kurumdan bile çekinir hale geldiler. Bu yüzden devlet ve şehir tiyatrolarını özelleştirme adı altında yok etmek üzere hamleler devam edecektir. Bu sanata gönül verenler, yeni bir oyun sahnelemek üzere mecburen sokaklara dökülecek.
Hazır Parkan ağzını açmışken cesaretimi toplayıp konuya biraz daha sondaj yapıyorum. Masamızdaki fizyoterapist dostumuz sohbetimize iyice konsantre olurken, sessizce çaylarımızı da tazeletiyor.

YATIRIM İÇİN SANAT
- Heykele ucube tanımlaması, sanatın içine tükürülmesi ya da Ankara Devlet Tiyatrosu'ndaki sakız skandalları malum; nerede yanlış yapıldı? Neden holdingler, bankalar ve zenginler bile bu konuda hassasiyet göstermedi?
Yıllar önce rahmetli Sakıp Sabancı, sahneye koyduğumuz bir oyuna gelmişti. Sonra tüm salonu ve kulisi gezip tek tek her şeyin fiyatını sormuştu. Sonunda da 'Ooo çok pahalı bir iş, bu iş bize para kazandırmaz' demişti. Holdingler sanata yatırım yapmaz, sanatı yatırım aracı yaparlar. Ya vergiden kurtarmak için böyle çalışmalar yaparlar ya da para aklama aracı olarak değerlendirirler.
Sergilerden antikacıdan eskiciden resimleri toplar; ya yurtdışına satar ya da değerlenince de sergiler ve gurur vesilesi yaparlar. Kendi aralarında eğleniyorlar da denilebilir buna. Hatta yayınevi bile kurarlar, kazandırmayacağını bildikleri için elbette. Kazansaydı zaten, Erdal Öz kazanırdı yayıncılıktan. Bu bir para pazarlığı... Bu ülkede artık her şey para... Kapitalizmin son aşamasındayız.

ATATÜRK'Ü BEKLİYORLAR
- Kapitalizm deyince aklıma geldi. Bizim yurdumuzda kimsenin haberi olmadan Davos'ta da tiyatro oturumları oluyordu ve nedense ekonomi anlattıkları zannediliyordu. Necati Doğru'nun unutulmaz yazısını hatırladım. 'Dantel Fransız, manken Türk' başlıklı bir yazıydı. Oysa Akatlar Kültür Merkezi'nde, geçmişte yabancı bir yazarın oyununu yöneten ve o tarihlerde 'Asıl başka tiyatro bugünkü iktidardır' diyen Zeliha Berksoy, 'Cahillerin oylarıyla demokrasi olmaz' da demiş ve Başbakan'dan tepki almıştı. Peki, bu gibi kimlikler için ne diyorsun?
Senin baktığın yerden okuyamayız tiyatroyu. Kareleri tek tek izlemek lazım. Zeliha Berksoy, komple bir tiyatrocu çünkü... Reji, yönetim, sahne gibi her türlü meziyeti var. Keşke üniversitede hoca olarak kalsaydı. Onun gibi 20-25 hoca neleri değiştirmezdi ki? İpini koparan üniversite, tiyatro bölümü açıyor ve işin cılkı çıkıyor. Korkmadan, adını doğru koymak lazım... Bir toplumda çürüme tek yerden başlamaz. Aynen meyve gibi, bir yerden girdi mi her yanını sarar. Tiyatrodaki bu çürümede bu ülkenin çürümesiyle işte bu yüzden eş...

- Anadolu, tiyatronun önemli merkeziydi. Bugün amfiler ve salonlar boş. Nedir tiyatronun felsefi ve sosyolojik önemi?
Bu toplum öyle çok felsefe ya da sosyoloji sevmez hatta nefret eder. Çünkü kafa yormayı düşünmeyi seven bir millet değiliz. Hep biri gelsin, bizi kurtarsın rehaveti vardır. Hala mehdi bekler gibi Atatürk beklerler. O zaten bir kere geldi ve bir daha gelmez ama şunu yapmayı da bilmiyoruz: Onun ilkeleri var ve o ilkeler üzerinden bir yaşam kurmayı tercih etmiyoruz. Birileri gelsin, biz mutlu olalım maaşlarımıza sürekli zam olsun, falan filan... Böyle bir dünya yok! Çalışmayana üretmeyene ekmek yok. Ne der Brecht; Ekmek satılmadı ki daha ucuza!

ENGELİM TİYATROYA DEĞİL
- Sen hem yazar hem de konservatuar diplomalısın, üstelik Türkologsun da... Belediye sana hiç yardımcı olmadı mı?
Türkiye'ye döndüğümde şöyle bir yaklaşımda bulundular, çok hoşuma gitmişti. 'Senin için ne yapabiliriz?' dediler. Ben de 'Bu halimle oynamak istiyorum, aktörüm' dedim. Zaten engellinin engeli, tiyatroya değildir ki... 'Olabilir' dediler ve evimde ziyarete geldiler. Kadıköy Belediyesi'nin beş tane sahnesi vardı. Bunlar okul müsamereleri dahil, ona buna rahatça verilebiliyordu. Ama bana 'Çok dolu, salonumuz yok' dediler. O zaman ben de 'Bana iş verin' dedim. Onu da kabul etmediler, ne öneri sunsam 'Hayır' cevabının arkasında hep bir sebep gösterdiler. 'Peki, siz ne yapmak istiyorsunuz?' dediğimde bana 25 kiloluk bir koli getirdiler. İçinde mercimek, makarna gibi ıvır zıvır vardı. Baktım baktım ve dönüp 'Siz, hiç engelli incelediniz mi?' dedim. Bir engelli bunları nasıl pişirir ki? Dalga geçiyorlar, kıssadan hisse, şov için sadece...

- Muhsin Ertuğrul, Müjdat Gezen, Ferhan Şensoy, Yıldız ve Müşfik Kenter, Erol Günaydın gibi üstatların mücadeleleri ortada; ya diğerleri?
Köklü gelenek ve görenekleri olan ülkelerde tiyatro yaşayacak. Çünkü onlarda bu bir görev sayılır. Bizde tiyatro tercih sırasında sonuncu bile değil. Şarlatan görülüyor oyuncular. Gazanfer (Özcan) Ağabey tüm kazancını tiyatroya yatırdı ve bu ülkeye bir tiyatro salonu kazandırdı ama öldüğünde vergi borcu çıkardılar. Erol Günaydın Ağabey'e 'Ne olacak, tiyatro ölecek mi?' diye sorduğumda 'Tiyatro kuma kabul etmez evladım' demişti. Hepsi çok değerlidir. Ferhan Şensoy, bir eser kurtardı. Müjdat Gezen, varını yoğunu Aziz Nesin misali okuluna yatırdı...
Parkan'ın bacaklarından bahsedilmeyen belki de ilk söyleşisi olması onu rahatlatıyor. Sokakta setter cinsi bir köpeğin kuyruğunu sallayarak heyecanla top koşturmasına dalan gözlerinde bile bir gülümseme görüyor ve istemeden o konuya da giriyorum. Anlattıkları karşısında kanım donuyor. Sistemin kasıtlı olarak engellendiği bir kez daha gözler önüne seriliyor.

- Sağlık sorunlarında devlet, sana karşı yükümlülüklerini yerine getirdi mi?
Bunu a ve b olarak anlatmak gerek. Almanya'da insan çok önemli bir faktör. İnsan, çöpe atılmıyor orada. Uluslararası hukuka saygı var. Hem bilgilendirme hem de tedavi sürecinde çok yardımcı oldular. Almanya'ya mecburen gittim, sol bacağımı burada bıraktığımda, tam olarak doğru işlemlerin yapıldığını orada da söylediler bana. Ama burada sigortasız ve işsiz olduğum için oradaki arkadaşlarım tedavi için davet ettiler.
YENİDEN REVERANS...
Ancak orada sigortalı olmadığım için sağ bacağım da kesildiğinden protez konusunda yardımcı olamayacaklarını ancak teknik olarak C-Leg adlı ürünün işlevsel olacağını söylediler. Bir video seyrettirip 'Hangisi protezli?' diye sordular ve ben bulamadım. Hatta sen de bilirsin, Paris'te podyumlarda bile protezli bir manken var. Her neyse gelelim b şıkkına...
Buraya gelince kemikler güçlendiğinde protez olanağım hazırdı. 'Yarısını sen, yarısını devlet öderse takılabilir' denildi. Oysa tamamını devletin karşıladığını öğrenip müracaatımı yapmıştım. Yeniden sahnede ayakta olabilecek, alkışlarda kolayca reverans yapabilecektim. Fakat işin saçma sapan tarafı ortaya çıktı. O bacağı burada bir tek kurum takabiliyor. O da belli bir kurumdan onay almak koşuluyla...
Önce normal bir protez bacak takılacak ve koltuk değneği kullanılacak; sonra yurdumuzda bu kadar önemli hastane varken hangi nedenle yetkili kılındığı şüpheli bir hakem hastane karar verecek. Kim bu hastane, Bağcılar tarafında özel bir kurum. Belli bir fraksiyonun hastanesi. Bana üstü kapalı -olarak 'Boşuna uğraşma, onların görüşü sana ters! Kolay kolay o bacağı sana vermezler' de dendi. Halbuki ben bu bacakları takıp işimi yapacağım, ben bu millete dilenci olup kömüre, makarnaya muhtaç yaşamayacağım.
1968'de yaşım 8'di. Erol Günaydın'ı seyrettiğimde karar verdim, oyuncu olacaktım. Oldum da, işimi hala yapıyorum her ne pahasına mal olsa da.

'BACAKSIZ' TİYATRO
- Oysa Almanya'da savaş sonrası nasıl olmuştu, fark oradan belli değil mi?
Onlar savaş bitip taş üstünde taş kalmadığında önce tiyatro ve opera binalarını tamir ettiler. Çünkü tiyatro kültürdür, yaşamdır ve kalp kırıklarını tamir eder.

- Var mı yeni oyun, yeni kitap, yeni projeler?
Olmaz mı... 65 sayfalık bir şiir kitabım var, tek bir şiirden oluşan... Dilimin celladı olacak o. Daha da yazacağım, daha da mücadele edeciğim çünkü aktörüm ben geceleri bile rüyamda sahnede oluyorum. Oyunculuk yapamazsam ölürüm ben; yaşayamam ki...
Bir an her şey yine boğazıma düğümleniyor. Parkan, hayatını yardımcısız tek başına ve kimseye muhtaç olmadan sürdürebiliyor. Bugünkü dizilerdeki etpazarına dönüşmüş, ajans sistemlerini ve mahalle arasındaki dershane örnekli oyunculuk kurslarını ve daha nicelerini tek tek irdeliyoruz saatlerce. Gece çökmeye başlıyor sokağa... Aynı tabaktan yediğimiz ızgara köfte bitip son çaylar da içildiğinde sevgiyle kucaklaşıp ayrılıyoruz. Hayatın sahnesindeki bir başka oyunun perdesi daha kapanıyor. Ana caddeye omzumdaki ağır çanta ve fotoğrafları size ulaştıran Uygar'la yürürken bir eskicinin vitrinindeki dört bacaklı ahşap sandalye gözüme takılıyor. Eskilerin en sağlam ve en sanatsal bacakları bile bir kenarda yeni alıcısını beklerken, Parkan herkese inat akülü arabasını koşar adım bacaklar yapmış yarınlarını bile şimdiden yaşıyor...
Ya siz, hayatın tiyatrosunu beleş locadan izleyenler? Belki esirgediğiniz ufak bir alkışınız bile her şeyi yeniden başlatabilir. Yırtık olan bugünkü perdeleri yamasanız bile yeniden açmaya ne dersiniz?

5 Eylül 2012 Çarşamba

HENÜZ 5 YAŞIMDAYIM ANNE



Ve bilmediğim bir hayat...
Vücudumdan büyük kafamda, kocaman gözlerimle dünyayı tanımaktayım. Gözlerim kocaman olduğundan mıdır bilmem ama her nesneyi de olduğundan kocaman algılamaktayım. Oysa, herkes ne kadar da küçük...

Seksek taşları, gazoz kapakları da kocaman. Bahçe kapısı, kale kapısı, kaldırım ise adeta üstünden atlanası her zaman...

Kelimeler henüz şekilleniyor ağzımda. Peltek konuşmam, süt dişlerimin henüz dökülmüş olmasından. Ufacık parmaklarımla, burnuma leblebi bile sokmayı başardım geçen ay. Doktor amcanın sedyesi ne kadar da yüksekti hastahaneye gittiğimizde o ay.

Oyuncaklarımı toplamayı yeniden öğreniyorum hala. Pencereler benden çok yüksekte anla. Üstelik demir parmaklıklar da asılı ön tarafta. Çünkü dışarısı çok kocaman, dikkat korkunç dediler bana.

Bazen kapının önünde oynamama izin veriyorsun ya. Biliyorum gözlerin mutfak camından sürekli beni gözler her arada. En ufak kötü söz öğrensem sokaktan hemen kızar ve küsersin de bana.

Ayaklarım da bacaklarım da ufak henüz. Merdivenleri çıkarken, dizlerimin üzerinde durmam hep zorlar beni, düşmemeyi düşünürüz. Uyuduğumda üstümü örtmessen hep beraber üşürüz.

Şimdi bilmediğim bir hayata alıyorlar beni, 5 taş oynamam için anne.
Tek ayağımın üzerinde durdum ve düğme ilkledim diye.
Ama sandalyeden ayaklarım hala yere değmiyor niye?

Makam odasından bozup hazırlamışlar şimdi sınıfı. Giriş katıymış zaten aralığı.
Hiç bilmediğim fakir, zengin, büyük, küçük her çeşit tanımadığım çocukların içine koyacaklar beni. Her farklı terbiye bozacak mı acaba bana öğrettiklerini?

Devşirme olduğumu bile anlayamayacağım sisteme köle yetiştirildiğimde.
Hafızam ve naif duygularım silinecek belli ki, hunhar düşüncelerle.
Ama ben daha 5 taş bile oynamadım henüz 5 yaşındayım anne...