Bu hafta Cem Karaca’nın eşi olarak tanıdığımız İlkim Erkan Karaca’nın hayatına sızıyoruz. Cem Karaca’dan önce ve sonra neler yaptığını, nasıl yaşadığını soruyoruz. İlkim Hanım, hayatı için bir tablo çiziyor ve her renginde Cem Karaca’yı anıyor...
Güneşli bir Baltalimanı sabahı otobüsten inip, köşedeki serayı döndükten sonra beni kapıda bekleyen İlkim Erkan Karaca ile buluşuyoruz. Hâlâ dava dava gezen, eşi Cem Karaca’yı kaybettikten sonra hedef haline getirilen bir başka dul kadın İlkim, Türkiye’de. Hemen merdivenleri çıkıp, ikinci kata ulaştığımda annesiyle yaşadığı daireye varıyorum. Nefis bir börek kokusuyla karşılıyorlar beni.
- Kimsin sen İlkim?
Herkes beni Cem Karaca’nın karısı olarak biliyor değil mi?
- Bu ülke herkes için böyle. Başbakan'ın danışmanı, popçunun anası vs... Nasıl geldin bu günlere, nereden geldin?
1960’da İstanbul’da doğdum. Çeşitli üniversitelerde okudum ama hiçbirini bitirmedim. En son İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nı bitirdim ve müzik öğretmeni oldum. O zamanlar Halepli Alaeddin Jebrini ile evliydim. Ancak benden habersiz ABD’ye yerleşme isteklerini öğrenince, Türkiye’de yaşamak istediğimi söyleyerek ondan ayrıldım.
Daha eski yıllarda İstanbul Radyosu’nda da çalışmıştım ve Cem Vakfı kurucularından İzzettin Doğan Bey'in yakın arkadaşı da olan babam Hasan Hüseyin Erkan vasıtasıyla Cem Radyo’da da işe başlamıştım. Seslendirmeler için İstanbul Reklam’ın sahibi Süheyl Gürbaşkan'la da çalışıyordum.
ANNEM GİBİ OLMAK İSTEMİYORUM
- 222 22 22 idi numarası, hiç unutmam.
Ne günlerdi! Bir zamanlar Ruhi Su Dostlar Korosu’nda da şarkı söylerdim. Talebelerindendim, kendisi isim babamdır ayrıca. Âşık Mahzuni Şerif de babamın yakın dostuydu, bu yüzden müzik ve sanat dünyasının içine doğmuştum diyebiliriz. Melih Kibar iki güftemi bestelemişti.
Cem Radyo’nun ardından Radyo Cumhuriyet geldi. Alev Baykent ile haber okumaya başladık. "Bu dünyadan Nazım geçti" adlı programında hafta içi şiirler de okumaya başlamıştım. Daha önceleri bir tesadüfle tanıştığım Hakan Balamir ile hayatımı birleştirdim. Kısa süren bir evliliğimiz ve o evlilikten bir de kızımız oldu. Annem gibi olmak istemiyordum. Sadece çocuk bakarak hayatımın geçmesini istemiyordum. Kızımı da annem büyüttü zaten. Derken Tarabya Oteli’nde Cem Vakfı’nın bir gecesinde Cem Karaca’yla tanıştım. Cem, boşandığı eşi Semra Hanım ile gelmişti. Garip bir tesadüf birçok dostumuz boşandıkları eşleriyle gelmişti o geceye.
- Ya Cem Karaca’dan sonra?
Türkü ve Türk müziği eğitimi almıştım. Cem Karaca'nın hiç de hayran olduğum bir tarzı yoktu. Ama ilk karşılaştığımızda kadın ve erkeğin birbirinden hoşlanması olarak birbirimizden etkilendik. Ve ilişkimiz öyle başladı. Ama zamanla değişmeye başladı her şey. Cem hayatında canını sıkan ne varsa her şeyi anlatmaya başlamıştı. O kadar güzeldi ki anlatımı, "Bunları kitap yapalım" demiştim. O da bana, "Daha çok gencim ama sen not al, bana hatırlatırsın" derdi. Bana yazdığı şiirleri de hep temize çektim. Peçeteye yazsa bile saklar deftere geçerdim. Henüz evli değilken bile 29 Ekim respsiyonlarında beni "Karım" diye tanıştırırdı protokole. Bana "Sen anne sütü emerek büyüdün, benim annem sahnede olduğundan ben bakıcı muhallebisiyle büyüdüm" dedi bir gün. Ben de ona su muhallebisi yapınca yemeye doyamamıştı. Onun o tutkusunu ve güzelliğini; kaybedince bir kez daha anladım, lakin insan güzelliği kaybedince anlıyor. Muhteşem bir aşk yaşadım.
- Peki onu kaybettikten sonra...
Gök başıma indi. Ben gökten yere düştüm. 72’de evlendiği, 76’da çocuğu olan üçüncü eşi olan eşi vardı Cem’in. 1979 yılında da ayrılmıştı Cem Türkiye’den. Özal’ın desteğiyle geri döndü ve vatandaşlık aldı. Tekrar aynı eşiyle evlenmişti. Annesi Toto Karaca’dan çok şey almıştı. Çok baskın karekterdi, kimse ona istemediği bir şeyi yaptıramazdı. Her zaman sosyal demokrattı. Bir ara inancını kaybetmiş ama en sonunda Allah’a sığınmıştı. Bu yüzden çok eleştirildi, dönek bile dendi ve buna çok üzülürdü.
BİRLİKTE BESTELER YAPIYORDUK
- "Dogmalar sorgulanamaz" derler. Herkes bilirkişi kesildi, neden?
İnsanlar kendi meselelerini ikâme etmek için Cem’i ve beni işin içine çekmekte zaman kaybetmediler ve Cem artık cevap veremezdi, çünkü yoktu. Sonunda kendimi mahkeme salonlarında buldum. Miras için mezar açtıracağım bile yazıldı. Oysa üçüncü eşinin oğlu, ölümünden bir hafta sonra mirası paylaşmıştı. İtiraz bile etmedim. Sadece Cem, sağlığında vekaletler vermişti evini müze yapmam için...
- Nasıl oldu kaybı?
Amfizem hastasıydı ama içki ve sigaraya da devam ediyordu. Ben kullanmadığım için çok azaltmıştı. Birlikte besteler yapıyorduk. TV programlarında dahi yanındaydım. Sanırım kıskanılma orada başladı.
- Bugün sanatçılar sevgililerini gizlemeyi tercih ediyorlar hayran kaybetmemek için...
Cem hiç öyle düşünen biri olmadı. Âşık olduysa evlenmiş, aşk bittiyse boşanmıştı. Bana uslanıp geldiğini söylerdi. Bu benim başarım değildi. Attila İlhan’dan öğrendiği sözü söyler "Ne istemediğimi biliyorum artık" derdi. O gecelerden birinde, 8 Şubat 2004 günü annesinden kalan Karaca Apartmanı'ndaydık ve yalnızdık. Kollarımda fenalaştı. Ambulansı aradım ama ne zaman geleceğine dair kesin bir zaman vermediler, bunun üzerine hemen taksi durağını aradım. Donmuştum, büyük bir travmaydı ve ne yapacağımı bilemiyordum. İkinci arabayı da çağırıp "Koşun Cem abiniz fenalaştı" dedim. Taksici "Hangi hastaneye?" diye sorunca "En yakınına" diye bağırdığımı hatırlıyorum. Israrla "Acıbadem mi, devlet mi?" diye soruyorlardı. Acıbadem’e vardık. Sakallı ve uzun saçlı olduğu için belki de evsiz, berduş zannettiklerinden sıradan davranıyorlardı, Cem Karaca olduğunu bilmiyorlardı. Meğer çoktan ölmüş, kollarımda can vermiş.
Kimliğini istediler. Yalvarıyordum o anda "Ne olur morga koymayın, canlanır o, şakacıdır" diye... Kimliği almak üzere eve geldim. Birden kapı çalındı. Kapıyı açmaya çalışırken üçüncü eşi ve oğlu kapıdaydı. Bir kadın bağırıyordu "O öldürdü babanı, patlat gözünü" diyordu, zor kapattım kapıyı. Çok kırıldım. O anda Cem’in acısından çok onun hayatındaki insanların yaptıklarının acısını çekiyordum.
- Nasıl başa çıkıyorsun?
Vasiyeti vardı, istemezdi alkış, "Biz alkışı da, yuhalanmayı da sahnede aldık, doyduk" derdi. "Nasıl şarkı söylenmesi gerektiğini İlham Gencer’den, nasıl hitap edilmesi gerektiğini Ruhi Su’dan öğrendim" demişti. Ahmet Hakan’a bağlanırdı Kanal 7’de haber yaptığı dönemde... Ölümünden sonra o bile sessiz kaldı. Bu yüzden ölüm ilanında belirttim ama bu kez de tekbir sesleri meselesi göndeme geldi. Şahsıma yerli yersiz davalar açtılar, sadece benim açtıklarımı yazdı gazeteler. Mezarını bile açtırdılar, sanki ben yapmışım gibi yansıtıldı.
- Moda oldu mezar açmak. Mezar soyucu bir coğrafyaya dönüyoruz... Nasıl başa çıktın tüm bunlar?
Cem bana anlattı hiçbir şey yapmadan vatandaşlıktan çıkarıldığını... Hukukun olmadığını gördüm. Annem ve babam olmasaydı nasıl başa çıkardım bilmiyorum. Sebepler farklı olsa da Şanar Yurdatapan’a, Ahmet Kaya’ya, Yılmaz Güney’e de yapıldı benzer şeyler. Hrant’a bile yapılabilirdi ki çok daha beteri oldu. Rakel ve benim acılarım benzer kılındı.
İÇKİ VE SİGARALARINI SAKLIYORUM
- Bir tablo yapsan ne koyardın içine?
Ara Güler gibiyim, yüreğimde hayal ettiğim tabloyu özlüyorum. Girmediğim davalarda, avukatların yaptığı hataları düzelttiğim bir saray da var bu tabloda. Hukuk hiç yok ufkunda. Her yerde yangınlar var. Bir köşeşinde Aziz Nesin, bir köşesinde Ruhi Su gibi isimler var. Ve ben hâlâ temiz bıraktığım bir kurtarılmış bölgesindeyim resmin. Tuluğhan Uğurlu söylemişti, Napolyon söylermiş; "Eğer dünya bir ülke olsaydı kesinlikle başkenti İstanbul olurdu" sözü imza diye bir köşesinde... Yastığımı, yatağımı, evimi özlediğim için her şey onun içinde olurdu ve ev yemekleri kokardı tablo.Hâlâ Cem’in içkisi ve sigara peketleri de var sakladığım ama...
Börek kokusu iyice keskinleşiyor. Aile masasında İlkim Karaca’nın dünya şekeri annesiyle beraber yemek yiyoruz. Saatler ilerlediğinde izin istiyorum ayrılmak için, elimde Hasan Hüseyin Erkan’ın ‘Eskici’ ve İlkim’in ‘Fani Rübai Cem Karaca’ kitabı olduğu halde anne; "Sana 100 oyum var hadi siyasete" diye sesleniyor ardımdan. Japon bahçesini geçip uzanıyorum Baltalimanı'na, caddeye... Geçen ilk taksiye el edip, doğru yetişmek üzere beni bekleyen geleceğin keşmekeşine...