Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

69 yaşındayım, sadece yaşamak istiyorum



Barbaros Şansal bu hafta, 40 yıl önce geçirdiği cinsiyet değiştirme ameliyatıyla Kemal’likten vazgeçen Deniz’le konuştu. 18’inde Adana’da ailesinden kaçan Deniz, İstanbul-Adana-Bursa arasında geçen yıllarını, Şengül Hamamı’ndan Mis Sokak’a, temizlikçilikten fuhuşa yaşadıklarını, 80’lerde İstanbul’un nasıl değiştiğini içtenlikle anlattı ve en sonunda da başlıktaki cümleyle özetledi duygularını: Sadece yaşamak istiyorum.

Barbaros ŞANSAL


Doğuşu Kemal, nam-ı diğer ‘Top Kemal’, yarım asır sonra yeni adıyla ‘Deniz’… Deniz ile yıllar önce neonların süslediği hayallerinin peşinden koşup, bugünlerin gerçeğine geldiği Bayram Sokağı’nda buluşup hamamın sokağından süzülerek, kuytudaki merdivenlere çömeliyoruz. Ürkek, korkak kendiliğinden lâfa giriyor…

“İnkılâp henüz olmuştu. 1961 Mart ayında İstanbul’a geldim…”

- İşin gücün var mıydı peki geldiğinde? Neden kaçtın Adana’dan?

“Git” dedi ailem. O zamanın parası 350 liralık birikimini gizlice verdi rahmetli annem. Zaten babalar asla düşünmez bunları. O yıllarda otobüs garajı Sirkeci’deydi. Ben de Adana gibi zannediyorum havayı; kısa kollarla; kibar giyimliyim hep zaten.

Adana’daki yerimiz genelevin hemen yanıydı. Arada sadece bir duvar vardı. Bazen üstüne çıkar, gelen giden erkekleri seyrederdim. Ağabeyim yakalamıştı beni. Çok da döverdi. İşte o sokaktan tanıdığım bir kız vardı İstanbul’a kaçmış... Beyoğlu’ndaki Abanoz’u da ondan duymuştum; hani İstanbul’un ilk genelevi olan. “Gideyim, gezeyim bari” dedim. Yüz lira yardım etti gelince. Kalacaktım, kararlıydım. Çıktım caddeye. Filmlerde görüyordum ama daha canlıydı, ışıl ışıldı neonlarla her taraf. Kibar insanlar, güzel mağazalar… Rüyadaydım.

ŞENGÜL HAMAMI ÜNLÜYDÜ!

- Tramvay var mıydı o zaman?

Olmaz mı? 1962’de kalktı zaten. Taksim’e yaklaştığımda, Fransız Konsolosluğu’nun yanında bir kristal mağazası vardı. Vitrinde sarışın, çok güzel bir kadın posteri... Bir baktım; Behiye Aksoy! Neyse, o günlerde Sirkeci’de 6 liraya tek odada kalıyordum. Ha, bir de Şengül Hamamı’nı duymuştum ta bizim oradan. “Hadi oğlum, çok hızlıysan Şengül Hamamı’na git” derlerdi. Sadece erkeklerin gittiği yerdi. Buldum onu da. Kapısında hem eski Türkçe hem de Türkçe yazı vardı hâlâ. Girdim 5 liraya yıkandım, paklandım ama merak var ya; etrafa da bakıyordum. Tellaklar hemen uyandı. “Düştü bir tane” dediler. Orada her şey özgürdü zaten.

O günü hiç unutmam. Sonra yine Taksim’e çıktım, gece 11 falandı. Birkaç tane gördüm benim gibi. Biri, “Gacı, nereye gidiyorsun?” dedi bana. Anlamadım önce. O şifreli dili bilmiyordum o zamanlar. Tam o sırada bekçiler geldi düdük çalarak. Onlar kaçtı, beni tuttular. Dediler, “Ne yapıyorsun sen bu saate burada?” Ben de yeni geldiğimi ve gezdiğimi söyledim. “Paran var mı?” diye sordu bana. Bende o göz var mı haraç verecek! “Yok” dedim tabii. “Hadi git” dediler.

Neyse, günler geçti; 15-16 Mart oldu. Geldiğim elbiseyle donuyorum. “Ne olursa olsun” dedim, “Ben dönüyorum Adana’ya.” Zaten topu topu 150 lira harcamışım, param da var. Atladım otobüse…

- Nasıl karşıladı ailen. Kaçmıştın ya evden?

Çok sıcaktı geri gittiğimde. Zaten herkes damda yatardı. Kız gibiydim. Bir bakan gözünü alamazdı. Yabancı erkeklerin yeleli saçlarına çok özenirdim. İlk, ağabeyim karşı çıktı, “Yine geldi mi o buraya?” diye. Anacağım, “Bak oğlum, para bile harcamamış” diye durumu idare etmeye çalışıyordu ama durdurmak ne mümkün. Kapattı beni alt odaya. “Bir yere çıkmayacaksın, kimseyle görüşmeyeceksin” dedi. Saçımı koyun gibi kırptı. Çok ağladım!

- Üzülme buna. Bizi de ha bire toplayıp saçımızı tıraşlıyordu İstanbul’da polis!

O, 80’ler... Ben o yılda çoktan kadın olmuştum. Sorduklarında genelevde çalıştığımı söylüyordum zaten. Müdüriyete de düşsen açıyorlardı, çalıştığım yere soruyorlardı. Sonra da “Tamam” deyip bırakıyorlardı.

TARLABAŞI NEZİH O ZAMANLAR

- Tekrar ne zaman geldin İstanbul’a?

İki yıl zor dayandım. Ev, geneleve bitişik hâlâ. 1962 yazıydı. Genelev patroniçesi olan komşumuzun bir kızı vardı. Adı Yüksel... Boy pos var, iki kol 24 ayar burma üstelik… Boşanmış. O dedi, “Kaçalım hadi” diye. Daha önce İstanbul’da yaşamış zaten. Hiç unutmam. Geceydi. Çantam bile yoktu. “Ben sana her şeyi alırım İstanbul’da. Sen de gördün, orada en güzelleri var” dedi. Benim de canıma tak etmiş, “Tamam” dedim. Tam 500 lira verdi. Özel taksi tuttu, kaçtık. Yolda, “Sana manikür yaptıracağım, pedikür yaptıracağım” diye hep anlatıyordu. Adlarını bile duymamışım… “Nedir ki onlar?”

Neyse… Geldik Tarlabaşı’nda onun bildiği bir yere. Ama o zaman Tarlabaşı şimdiki gibi değil. Aileler Rumlar, Ermeniler hep; çok nezih. Şimdi Allah kahretsin, bırak ‘rahatsız olur mu’ diye düşünmeyenleri ve kötü kötü bakanları, bıçaklamak ve öldürmek için peşine takılan ne idüğü belirsizlerle dolu.

Birden bire iki kedinin vahşi kavgasının ortasında kalıveriyoruz. Çığlıklar atarak kapışan hayvanları sakin bir edayla ‘pist’ diye ayırıp uzaklaştırıyor, gelen geçenlerin farkına bile varmadığımızı bizlere garip bakışlarından anlıyorum. Ceketli bir adam ve yaşlı bir transseksüeli ‘gizlice pazarlık yapıyor’ diye algıladıklarını konuşup gülüşüyoruz. Ama Deniz’in asıl hikâyesi burada başlıyor. Dilerseniz okumayı bırakın. Çünkü bu kez başka bir hayatın yaşanışı, tokat gibi yüzümüzde patlamaya hazırlanıyor…

Bileziklerinden bozdurdu Yüksel. Feriköy’de ev tuttuk. Bana, “Hadi, sıra çalışmaya geldi” dedi. “Ne iş yapacağım ki ben?” dedim. İmam Adnan Sokağı’nda, Ateş Kulüp vardı, sonra Parmakkapı’ya taşınan. Orada başladı çalışmaya. Patronla konuşup “Bu da kuliste çalışsın, zararsızdır” dedi… “Peki” dediler. Her gece başka sanatçılar geliyordu. Mesela Tanju Tamara’yı ilk orada gördüm. Hayat Mecmuası’ndan başka yerde görmemiştim... Koç gibi kadındı...

Çok geçmeden Adana’daki eski manitası buluverdi bizi. “Çabuk” dedi, “kaçıyoruz.” Apar topar atladık bir taksiye, nereye gideceğiz belli değil. Şoför anladı durumu. Dedi ki, “Sizi Bursa’ya götüreyim.” Yıl 63. Vardık bir otele, eski püskü ama hemen yerleştik. Kız, iki bilezik daha bozdurdu. O yıllarda gasp falan yoktu. Ne olduysa 80’den sonra oldu.

“KADER YOK” DERLER YALAN!

Ben de çıktım bir akşam, Kültürpark’ta takılıyorum. Malum, rahat durmak yok. Bir adam bana “Pışt pışt” dedi. Konuşmaya başladık. Nerede kaldığımı sordu. Ben de söyledim, anlattım yaşananları... Aldı beni, geldi otele baktı. “Burası size uygun değil” dedi. Aldı bizi hemen. Çok kibar ve düzgün adamdı zaten. Yerleştik, Sabah Pansiyonu’na. Tüm çalışan kadınların kaldığı yerdi orası. Kültürpark Gazinosu ve Moulin Rouge’un kızları da oradaydılar. “Kader yok” derler. Kolumu sokayım, o kaderin ağzına! Çocukluk arkadaşlarımı gördüm orada! Kadın olmuşlar, pavyonda çalışıyorlar artık ama değişmiş hepsi.

O zaman Emniyet Amiri de Adnan Çakmak; Mareşal Fevzi Çakmak’ın yeğeni. Pansiyonda kalmak için oraya her gün imza veriyordum. Güzel iş yapıyordu, Yüksel. Gidip geliyorduk. Ben de kuliste tabii. İstanbul Radyosu sanatçısı Semra Ersözlü’yü de ilk orada gördüm yakından. Bir boş günümdü. “Yüksel” dedim, “Ben bir gezeyim.” Aşağı indiğimde ne göreyim! Pansiyonun altında kereste mağazası. ‘Kaya Müren’ yazıyor! Zeki Müren’in babasının iş yeri... Derken, henüz akşam olmuştu. Yüksel’i de tanıyorlardı ya, bizim evden telefon açmışlar; “Nasıl?” diye annem sormuş. Tam da o zaman sülüsüm geldi. Askerlik yani…

BİR SUBAYA ÂŞIK OLDUM

Dişleri dökülmüş, ağzında yanan cigaranın titrediğini görüyorum. Sohbete başladığımızdaki korkular kaybolmuş, yerine çaresiz ve saf bir yürek atışı var. Matlaşmış göz bebekleri merdivenlerin altındaki çöp konteynırında takılı. Kolumu atıyorum omzuna. Öylesine bir ara veriyoruz bir müddet. Ağlamıyor. Henüz yıkanmış sarı saçlarını toplayıp maşa tokayı ensesine takıveriyor. “Boş ver” diyor, “devam edelim...”

Bursa’daki garajdan bindim otobüse. Kaşlar alınmış, eller manikürlü. Süslüyüm, herkes bakıyor. Asılan, takılan... Ama şimdiki gibi değil, nazik insanlar. Adana’dan ‘ilmühaberi’ aldım. Gittim askere Manisa’ya... 6 ay kaldım. Güzel şehirdi. Eğitim bitti ve dağıtım var ama subaylar yollamıyor. Kıpkırmızı dudaklarım, bembeyaz dişlerim, pembe tenim, gür saçlarım… Zümrüt gibi çocuktum, ışıl ışıl. Bir gün dolaşırken bir komutan gördü beni.

“Gel buraya” dedi, “sen neden dağıtıma gitmedin?” Ben de “Üstüm göndermedi” dedim. Çağırmış onu, hemen sormuş. “İt iti ısırmaz tabii ama hadi” dedi, “hazırlan.” Önce Menemen’e gittim. 4 ay da orada kaldım. Bir subaya âşık oldum çok fena. O da bana âşık. Durum anlaşılınca beni yolladılar Edirne’ye. Ama aşk her yerde var! Mezarda bile hem de, adı ‘aşka mezar…’

Orada çaktırmadım kimseye. Genel ev ve pavyonlarda öğrenmişim her şeyi. Bir asteğmen vardı, bir de onbaşı. İkisini de idare ediyordum. Bir gün karargâh bölüğüne binbaşı geldi. Beni görünce, “Bu ne duruyor burada?” dedi. “Hemen” dedi, “seni hastaneye gönderiyorum, yazsınlar raporunu.”

SİZİN GİBİLER MİS SOKAKTA

“Aman komutanım” dedim, “ailem öldürür beni.” Yatırdılar psikolojide 3 ay. Sonra da ‘hava değişimi’ yazdılar 3 ay daha. Tabii, o arada saçlar uzadı. Tekrar Adana’ya geldim. 68’deydik. Ağabeyim yine isyanlarda. 300 TL para geldi askeriyeden. Kumanya bir de.

Amerikalıların eskilerini alırdık orada ama bu günkülerden bile kaliteliydiler. Tadat (sayım) zamanıydı, akşamüstü siyah kumaş pantolon, bluz, saçlar atkuyruğu; geldim terhisimi almaya bölüğe. İçtima verecekler. Girdim koğuşa, asılıyor subaylar. Tanımadılar beni. Neyse, bitti gitti o günler… Askerlik bitti, hayat başladı. Tabii duramıyorum artık. Her yeri görmüşüm, değişim başlamış. O zaman bana Orhan subay, “Sizin gibiler Mis Sokağı’nda takılır” diyordu. Yeniden hedefim İstanbul Beyoğlu’ydu. Sonra İzmirli Jilet Nejla ve Tekirdağlı Hüseyin girdi hayatıma...

- Sonra neler değişti hayatında? Nasıl geldik bu günlere?

Adana’da sünnet olmuş Musevi bir çocuk vardı. İlk onlara geldim. Annesi de hayat kadınıydı. Anlıyordu durumlardan yani. Çok iyi insanlardı. Yanlarında kalmaya başladım ama kira ödemem lazım, çalışmam lazım… Ne yatak var, ne yorgan... Rezilliğim tuttu, mektup yazdım ağabeyime. O da yolladı her şeyi. Gittim, aldım ambardan. Bir de mektup içinde. “Sakın bir daha buralara gelme, orada kal” diye... Ev sahibimiz köklü aile, Bulgar asili… Hani kaçanlardan. Derken, bir gün iki yırtık kızla tanıştım. Onlar ayarlıyordu artık işleri malum.

Biri rahmetli İzmirli Jilet Nejla öteki de Tekirdağlı Hüseyin... Derken, takılmaya başladık. Eve bile gidiyoruz ama çocuk sesini çıkartmıyor. Mahalle de tanımıştı beni. Herkes seviyordu. Vagon Blö, Şehrazat, İstanbul gibi kulüpler var; bir türlü beceremiyordum parayla fuhuşu. “Emeğimle çalışacağım” dedim. Temizliğe gitmeye başladım evlere. Bir gün kapı çaldı. “Kalk” dediler, “Sana kısmet kondu, Şişli’ye; eve gidiyorsun.”

EVLERDE TEMİZLİK YAPTIM

O devrin zengin apartmanı Sadıkoğlulları’na götürdüler. “Bir aylığına iş yapacaksın” dediler. Servet Nakipoğlu vardı, armatör. Onda başladım çalışmaya. Ceyda Hanım da, Erkut Taçkın ile evli o binada o zaman. Çok temizim, pırıl pırıl yaptım binayı. Daracık pantolonlarla çalışıyordum. Kapıcı kıskanıp şikâyet etti… Mecburen düştük yeniden. Başladım Bayram Sokak’ta çalışmaya…

- O zamanki müşteri profili nasıldı? Var mıydı böyle apaçi, saldırgan, varoş ya da kapkaç ve yaralama…

İnsandılar ve ödemelerini de yapıyorlardı. Bizimkiler de çanak tuttu. Yeni gelenler adamlara hap içirip soymaya, jilet atmaya falan başladı. Doğu’dan gelen lubunyalar yaptı. 80’ler sonrası karıştı işler! Bülent Ersoy’lar, Ertaç Ünsal’lar, Serbülent Sultanlar’dan sonra yasaklar geldi. Toplum bize düşman edildi. Aliş’in Ülker Sokağı’nda randevuevi açmasıyla bozuldu belki de her şey. 83’te başladı savaş. Şimdiki Türkiye Gazetesi Hastanesi’ olan Bulgar Hastanesi’nde ameliyat oldum 73’te. Düşün, Behiye Aksoy da karın gerdirme ameliyatını orada oldu, bitişiğimde.

Nereden nereye… Bir arada hoşgörüyle yaşardık. Fakir-zengin ayrılmazdı. Artık paran varsa her şey mubah, yoksa sadakan bile günah. O yılların meşhur dansçısı Kudret Şandra bile az körüklemedi bu savaşı. Bir gazetede çıplak resimlerimi bastılar. “Sana, bakacağız, yardım da edeceğiz” dediler sonra aramadılar bile. Hayattan beklentim kalmadı bu yüzden. 69 yaşındayım ve sadece yaşamak istiyorum kendimce. Benim de yaşama hakkım var. Olacak o da inşallah bir gün elbette…

Çapanoğlu Sokağı’nın merdivenlerinde sıcacık bir sarılmanın ardından ayrılıyoruz. Arkama bakamadan, başım eğik vaziyette iniyorum parke taşlı yola. Ana caddeye doğru, ağır aksak yürürken kafam bir kez daha karışık çünkü onu dışlayan ailesi bile, gelip onun evinde yaşamış, borç almış hatta kefil edip yalnız bırakmış… Nasılsa insan insan olmayı asla yaşamadan anlayamazmış…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder