Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

24 Şubat 2013 Pazar

Onun ilacı moda!


İlaç sektöründe kariyerinin zirvesindeydi… Haftanın dört günü İsviçre, 3 günü Türkiye arasında koşuştururken bir gün işini bırakıp modacılığa geçti. Kendi markasını kurdu. Eski Türkiye Güzeli Günsel Ülkü’yle hikâyesini ve moda dünyasını konuştuk...
BARBAROS ŞANSAL - barbarossansal57@hotmail.com
Fotoğraf: Uygar TAYLAN
Ankara’da doğdu, Boğaziçi Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni Türkiye ikinciliğiyle kazandı. Daha sonra Viyana Üniversitesi’nde ve Sorbonne’da eğitim aldı. O yıllarda bir de ‘Türkiye güzeli’ sıfatını kariyerine kattı.
Novartis’te, ilaç sektöründe işe başladı. Genel müdürlük teklifi alarak bir başka Alman firması Merck’e geçti. Daha sonra Cenevre’deki merkezde, Doğu Avrupa’daki 10 ülkenin yöneticisi olarak çalıştı. Sonra da bambaşka yönlere yelken açtı. İşte o ‘bambaşka’ yönlerini konuşmak üzere Günsel Ülkü ile buluştuk.

- Yahu nedir şu İsviçre-Türkiye arası gidiş-geliş hikâyen? 
Basel’de Novartis’te çalıştığım dönemdi; Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Afrika pazarlarından sorumluydum. Eşim ve çocuğum Türkiye’deydi. Cumaları iş çıkışı markete uğrar, alışveriş yapar, uçağa binip eve gelirdim. Ailemle yemek, hafta sonu armağanı gibiydi. Sonra da pazartesi sabahı ilk uçakla işe giderdim.

- Nasıl başladı moda işi? 
Küçüklüğümden beri modaya tutkun bir insandım, ne zaman kaybolsam annem beni elbise dolabında bulurdu. Kumaşlar, renkler, dokular, kombinler, hep hayatımdaydı. Çok küçükken bebeklerime elbiseler diker, misafirlere ve komşulara defileler yapardım. Ama çok hırslı ve parlak bir öğrenciydim Boğaziçi’ni de iyi dereceyle kazanınca “Ben bunu bırakayım” diyemedim. İş hayatında başarılı olmasına oldum ama insanın yükseldiği bir alanı bırakıp başka bir alana geçmesinin zorluğunu da biliyordum.

- “Keşke bana da nasip olsa ben de moda sektöründen kurtulup ilaç sektörüne geçsem” diyorum. 
Sen de zaten çok farklı şeyler başarıyorsun; tiyatro, kitap, televizyon, eğitim, aktivizm… Yok yok sende de…

- Sen nasıl karar verdin alan değiştirmeye?
Gelebileceğim en yüksek noktaya geldiğimde artık duraklayacağımı anlamıştım. Zaten hem kadın, hem Türk, hem de Müslüman olarak çok zordu zirve. Uluslararası kariyer çok dar bir alanda yapılıyor ve rekabet çok acımasız.

- Moda eğitiminden bahseder misin? 
Zirvede her metrekarenin bir bedeli var ve pahalı bir bedel. Ben de “İnsanlar hayallerini gerçekleştirmeden ölmemeli” diyerek, karar aldım ama işin mutfağından başlamak lazımdı. Önce Galliano ve Mc Queen’in okuduğu Londra’daki St. Martins School of Art’a müracaat ettim ve kabul edildim. Moda pazarlama ve tasarım eğitimi aldım. Hocalarımın teşvikiyle 2009’da Paris’te Pret a Porter’a katıldım. Koleksiyon ilgi görünce ilk markamı kurdum. ‘Atelier de Existance’dı adı. Ama bu da yetmezdi, İstanbul’a gelip iki yıl daha eğitim aldım. Bir yandan da kalıp çıkararak, dikiş dikerek kendimi geliştirmeye devam ettim. Çünkü o olmadan oluyor.

- Metrekareye 3 modacı düşüyor şimdi. 
Bir fark yaratmadan olmaz o işler; beceri, bilgi, eğitim ve tecrübe olmadan asla! Ben yavaş yavaş kendi markamı oluşturdum, önce kişiye özel, sonra hazır giyim, şimdi de ‘online’ platformum var. gunselulku.com’da daha çok yeni nesle yönelik ürünler oluyor.

ÖĞRENEMEDİK; ‘YALIN GÜZELDİR’
- Birçok ülkede, farklı kültürlerde yaşadın, oradaki kadınlar daha sade. Buradaki kadınların farkı ne? 

Türk kadını aslında çok güzel ama ‘Yalın güzeldir’ ifadesinden çok uzak. Bu tanımı yerleştirmek lazım. Ne kadar abartısız göze çarparsanız kimliğiniz o derece güzelleşir zaten. Kıyafeti değil, kimliği ve karakteri öne çıkararak tarzı ve zevki öne sürmek lazım ama bu bizde biraz zor. Çok abartılı şeyler isteniyor, bu durumda gereksiz masraf çıkıyor ve fiyat artıyor. Bu sefer de rakama itiraz geliyor.

- Müşterinle ortak noktada buluşmak zor mu? 
Türk kadını iknası zor bir kadın ve birçoğu ellerinde magazin dergilerinden kesilmiş fotoğraflarla giysi arıyor. Oysa giyilmiş ve görülmüş bir şeyi seçerken, üzerinde görüldüğü kendi giysisini bir daha giymek de istemiyor. Tam bir paradoks içinde yani. İlk zamanlar zorlanıyordum ama birbirimizi tanıdıkça bunun ortasını bulduk. Bir tasarımcı müşterisinin yaşam biçimine göre kurmalı giysiyi. Ben farklılıklarından referans alıyorum hep…

- Para kazanabiliyor musun? 
Yatırımı çok yüksek bir meslek, hazır giyimden kazanıyorum tabii. Ortadoğu’da, İtalya’da büyük zincirlere ihracatım var.

- Ama ben dün Paris’ten dönerken De Goulle Havalimanı’nda ‘Kumaşların ülkesi Türkiye’ diye reklamlar vardı. Ben bulamıyorum, dikiş ipliğim bile Almanya’dan, sen kumaş bulabiliyor musun burada? 
Maalesef hep yurtdışından almak zorundayız. Burada kumaş kalitesi tutturmak zor; bir top al, ikinciyi iste, tamamen farklı geliyor. Hatta topun başı sonu farklı çıkıyor.

- Sırf kumaş değil, aksesuar da önemli.  
Asıl iş orada. Eminönü’nden aldığı malzemeyle herkes bir şeyler yapar ve hep aynısı ortaya çıkar. Türkiye’de en büyük problemlerden biri tasarımın getirdiği artı faydaya değer verilmemesi

- Nasıl yani ? 
“Ben bunu ‘Her şey 9.99’a mağazasından da alırım” diyor. Oysa 100 bin kişi aynı giyiyor, üstelik çok kalitesiz, hatta kanserojen.

DEVLET YARDIMIYLA MODA HAFTASI
- Türk modası denilince aklına ne geliyor? 

Dünyada tek tük birkaç isim var ama bu işler kurumsal yürüyor dünyada. Yetkili merciler, meslek odaları ve sertifika sistemi var. Bizde genç Moda Tasarımcıları Derneği var. Belki iyi niyetliler ama çok amatörler.

- Bir kere İstanbul Moda Haftası’na gittim, bin pişman oldum. 
Çok kapalılar, belirli kriterleri yok, bir sürü uluslararası fuara gitmiş, dünyada isim yapmış ve tanınan kişiler yerine, daha defile bile yapmamış, mağazası bile olmayan insanlar var orada. Yurdumuzda bunu kategorize etmek de zor. Bir bakıyorsun zengin koca butik açmış, bir bakıyorsun jüri olmuş, yetiyor. Futbolcunun eşi ya da kızı, 5 yıldır vitrinde olan çivili iskarpini “Ben buldum” diye ortaya çıkıyor, herkes de inanıyor. Yani bizim yurdumuz dışa kapalı ve kolayca yeniliği göremiyor ve hemen her söylenene inanıyor. Üstelik ne telif yasası var ne de devletin tekstil bakanlığı… Bir de Türk firmalarının bile adı yabancı çakması olunca konu kapanıyor.
Laf lafı açıyor, çocuk modasından erkek modasına, kahve üzerine kahveyle devam ediyor.
Akşam Ankara’ya uçacağım, hemen sohbeti deşifre etmek üzere atölyeme dönüyorum. Yine her yerde kumaşlar, biçkiler ve provalar var. “Ben de sektör değiştirsem başarılı olur muyum?” sorusu kafamda, klavyemin başında tuşlarda geziniyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder