Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

24 Kasım 2011 Perşembe

DEMODE DEMOKRASİ KILICI

Yamukrasi meselesi
DEMOKRasi:
Demode Demokrates’in Demokrasi kılıcı, kınını kaybettirilip uçkuru gevşek islami dona sünnet şeklinde sokulduğundan beri, zaten karışık olan kafası sanırım bu yüzden epeyce köreliverdi..

Su kuyusu lağım çukuru derken her lider, bir bir devrilip sancakları yeniden dikilerek gönderlere çekildi.. Öyle ki tüm demokrasi sınırları yeniden çizilir gibi . Oysa işin aslı, belki de yamukrasi meselesiydi..


DEMOKrat
demokrasi ana, artık kim bilir kimin adalet sarayının, hângi kollarında zifafa geliverdi? Zaten konu saraysa, simitçiden ve sünnetçiden sonra, bir de adliye adıyla konuverdi ortaya..

Hadi hayırlı olsun bakalım haremdeki şaklaban şakşukaya ..
Bir gazete başlığında gördüğüm 2011 model demokrat yazısı ise beni benden almaya yetti, gerek de kalmadı anlamaya.
Yahû hani nerdeymiş Netenyahû?
Elbise mi bu, modeli olsun?
Gerçi altlarındaki son model arabalar, onları davet davet avantadan gezdire dursun;
KAMU ARACI VE LOJMANI BAKIMINDAN DÜNYA ZENGİNİ YURDUMDA, -10 DERECEDE NAYLON ÇADIRLA ENKAZ ALTINDA BIRAKILAN HAYATLARA BAKIP DA DERS ALINMIYORSA, doğacak sistemin adını teknotratlar koysun…

TEKNOKRAT
Devesiz dervişin fikri önce beni, sonra komşuyu ezermiş.
Tekniği laf olanın ebesindeymiş serzeniş.
Bir de karat karat pırlanta verilseymiş.
Sözün bittiği yerde meğerse bürokrat gerekliymiş.

BÜROKRAT
Hipokratsız, hîpopotamsız, arsız sistemin kurbanları..
Kaldımı artık bozkırda hür kımız veren atları,

Yuları vermiş kendi eliyle boş gezenin gezenti kalfasının eline, nasılsa şerefli at cihan, artık hâber logosu bile oldu diye ..

ANLADINIZ MI BİLMEM?
BEN ANLAMADIM DA DESEM
SONUÇTA ŞU VAR Kİ, BİRAZ AHKAM KESEM
ANASI OLUR İSE DEMOKRAT
BABASIDIR TEKNOKRAT
BU DURUMDA AİLEDEN VELEDİ ZİNA ÇIKAR ADI KONUR BÜROKRAT ...
HAL BÖYLE OLUNCA DA BU YAZIYI BİLE OKUMA ÇÖPE AT ...

SUÇLU KURBAN GERÇEĞİ

Masum şeffaf don muydu?
Bir kez daha koltuk arkalığımı dik duruma getirip kemerimi bağladıktan sonra Sabiha Gökçen’den Zürih’e doğru bulutları geçerek gökyüzüne tırmanmaktayız. Bu kez bambaşka bir bayrama hazırlanmaktayız. Tabii ki konu kurban olunca, dünyaya rezil olduğumuz, 26 kişinin tecavüz ettiği, hatta yüce adalete göre 13 yaşındaki yetişkin ve cinsel rızalı N.Ç. yerine bakalım yine daha nice rezillikleri atlamaktayız... Ne üresinlere ne de Üzmezler’e pek bakmayız. Nasıl olsa hepimiz kuş beyinli ve balık hafızalıyız. Yoksa zaten biz, dünya toplumlarındaki en çakma vicdanlı ama satılık ahlaklı değil miyiz?

Bayramlık ağzımla mı yazmalıyım yoksa ahmaklık mı sunmalıyım kararsızım. Kendimi asıp yazımın sonunda dehşet verici o ibretlik tecavüzü bir kez daha hatırlatmalıyım. Çünkü mantığın durduğu; adaletin guguk, hukukun ise buruk olduğu bir zaman kanalizasyonundan geçiyoruz...

Yurdumuz maalesef ki hayvanlara tecavüzde dünyada en ön sıralarda ve bu fiilin yüzde yetmişi büyük şehirlerde bulunmakta. Sadece at, eşek, inek, kedi, köpek değil kirpi, ördek, tavuk bile kurbanlar arasında yer almakta. Sebebi ise belki de eğitim-uygulamada Uganda’dan bile geri olduğumuzdan kaynaklanmakta.

Geçtiğimiz yıl, sevgili Tuna Arman ve Tuna Bayık önderliğinde 5199 sayılı kabahatler kanununda yer alan, hayvanlara uygulunan şiddet ve tecavüzü bir nebze olsun engellemek ve daha ağır ceza olması gerektiğini kamuoyu oluşturarak devlete anlatmak için megafon elde, tam 50 gün Galatasaray’da imza toplamıştık. 250.000 imza hâlâ Kanunlar Daire Başkanlığı’nda turşu oladursun, bir başka Kurban Bayramı’na daha ne yazık ki yine dehşet görüntüleri içinde ulaşmaktan geri kalmadık.

Anadolu Yakası’nda beş bine satılan büyükbaşı Avrupa Yakası’nda sekiz bine satıp, bir de köprüleri hayvan geçişine kapatıp, angusla angut zihniyet arasında yapılan ranta savaş açmayı atlasak da, üstüne üstlük caddeleri ve parkları kan gölüne bulasak da, hatta bu görüntüleri 30 perakende haber adına ana haberlerde baba baba halka dayasak da, unutulmaz olan o hikâye size bir başka gerçeği hatırlatır sanıyoruz...

Daha birkaç ay geçmemişti ki çöp kutusunda hukuka göre çocuk olan, garip oğlanın dâhiyane becerisi kesik başın ardından yine İstanbul Etiler’de ölü bir Kamerun papağanı bulundu. Zavallı kanatlının o durumu gerçekten içimize acı doldurmuştu. Veteriner kliniğinde yapılan otopsi sonucu ise gerçeği suratımıza hukukun bir başka hain tokatı gibi vurmuştu...


Anlaması ve inanması imkânsız olansa papağanın tecavüz sonucu ölmesi ve sokağa atılmış olduğuydu. Daha da vahşi olanı ise kadavranın içinde bulunan spermlerin birden fazla erkeğe ait oluşuydu...

Evet biliyorum şu an kanınız dondu.
Ama suçlu kurban gerçeği,
Ucu kaçmış yobaz uçkur değil de,
Sadece sapkın hayallerdeki masum şeffaf don muydu?

3 GÜN 3 GECE CUMHURİYET

İnadına bağımsızlık...
İstanbul karmaşa içindeki bulut topluluğunun altında yavaş yavaş gözden kaybolmakta...

Az önce Atatürk Havalimanı'ndan İzmir'e doğru havalanmışız.

Kadrolu, tayinli bir sürü memur siyasetçi, müteahhit bürokratı da iyi ki ardımızda bırakmışız. Tam önümüzdeki koltukta bir anne bir de bebesi yer almakta... Ardımızda ise bir dede, bir nine ile hüzünlü gözlerle el ele oturmakta.

Bu medeniyet ise gökyüzüne tırmanırken bazen inanılmaz bir haz yaratmakta...

Oysa daha o gün öğlen, tam saatinde elimde Türk bayrağı ve İlknur Güntürkün Kalıpçı'nın "Her Yönüyle İnsan Atatürk" kitabıyla Saba Tümer'in canlı yayınına katılarak bu bayramı resmen kutlamaya başlamıştım. Elbette ki haftalar öncesinden yaşadığım binaya da inadına 40m² bir al bayrak astırmıştım.

İrtifa aldıkça aklım kararlı bir vaziyette nesirimin akışına doğru hızla çözülüyor... Bir yandan, olumsuz haberler yeryüzüne, yani tabiat ananın şefkatine kaldıkça yüce evrene daha yakın olduğumdan mıdır bilinmez, biraz umursamaz tavırla yazımı yazmaya devam ediyorum ve siz de okumaya devam edin diyorum...

Şart mıydı bilinmez ama o gece, 29 Ekim'de İzmir'de olacağım.

88 yılda ne savaşlar, afetler, ihtilaller olmuş; hatta Ata ölmüş ama kutlanmış bağımsızlığın sebepsiz yere ertelenmesinin ağrısıyla öylesine takılmaktayım...

Oysa diğer ya da kentsel rantsal bakan düğünleri 5 yıldızlı otellerde sürerken nasıl da parçalanmak istenen bir aile olduğumuzu göremeyen halklara feci şaşırmaktayım...

Hasan Tahsinleri, 9 Eylülleri ile güzel İzmir, o gece bana Gündoğdu'da, Cumhuriyet Meydanı'nda kucak açacak; ertesi sabaha dek belki bağrına basıp belki de kimbilir cüzdanımı bir sübyana çarptıracak. Ama olsun, inadına bağımsızlık, inadına hür vicdan, inadına adil yargılanma bayrağı benimle nasılsa yarın da Ankara'da dalgalanacak...

Dalga geçmiyorum, 3 gün 3 gece, 3 kentte Cumhuriyeti bir kez daha kutluyorum.

Ama her ota maydanoz kabuğu olmuşlara bakıp biraz fazla hızlanıyorum...
Şehide matem ama depreme elzem bir kıdem diye Van uğruna konser ne?..
Işıkçı, popçu, rokçu, biletçi rant peşinde, ayı bile kış uykusunda çoktan ininde
Van için rock konser ama konserve bulursan ıslak çadırdakine de sen ver...

Bir yanda Acun medya diğer yanda dansöz Leyla, jüride ise bakışlar hep Hülya,
Gazetede reklam olmuş çoktan sayfa sayfa tenzilatlı mefta
Öbür yanda düğün dernek gırla
Zaten magazini asla sorma.

Koy mercimeği fırına ailen üresin
Nasılsa bir gün gelir sen de tabutunla yürürsün
O yüzden takke düşer kel görünür
Ama derdin takiye ise aile dediğin koca ülke bölünerek sürünür.

Uçak bir kez daha pist başı yapacak
Atatürk havalimanına yoğun trafiği yarıp inmek için daha çok tur atacak.
İmtiyazlı önden inip VIP'e yanaşacak hemen cipine atlayacak
Bu ifadeleri toparlayan ben ise adını çip yapıp kandıracak

Deli yamak dur de bre üşütmüşsün
Göğsün tunç siper olmazsa dürülüp bükülürsün
Gün gelir anlaşılırsan gülümsetir de gülünürsün
Ne olursa olsun sen de bu Cumhuriyetin bir başka renkteki gülüsün...

YANIYORUZ DEĞİL Mİ?

Dün adeta bugün gibi!
Dün adeta bu gün gibi

Oysa yarınlar dut yemiş bülbül gibi..



Öylesine yazmak geldi içimden.

Sonunun nereye gideceğini bile düşünmeden.

Çalakalem abandım klavyeye,

Küçük harfleri bile göremeden ..



Yanıyoruz değil mi;

Kimi zaman şehit,

Kimi zaman deprem,

Kimi zaman kazan patlaması,

Kimi zamanda ise bugün ne yesem?



Ekmek değil mi aslanın ağzında?

Hâlbuki kanalizasyona belki de düşürüldü aslında.

Bir yandan kadına şiddet,

Diğer yanda hayvana tecavüz,

Bir de çocuk istismarı;

Bu durumda kabahat mi çöken ahlaka demek öküz ?



Yollarda trafik terörü,

Kamuda karmaşa

Desenize bugün artık her şey tel maşa,

Alışın verişin gerisini boşverin

Neticede yarına kalmayacak ne yas ne de tasa ..



Eğitimde kah hesaplaşma kah saçmalama,

Kim bakar Karkamış barajına..

Kötü haber tellalı mı ki kara karga;

Bak Libya’da da şeriat başladı

Adı demokrasi olsa da ..



Dans et, kutu aç, yeteneğini göster.

Tenzilata gerek yok, seri sonu nasılsa sana yeter.

Mutfakta yangın belki de ateşi keser.

Ama bir gerçek var ise o da ederi kadar bedel ..



Güvenlik had safhada.

OGS KGS mobese de var nasılsa.

Biri bizi gözetliyor var ya ortada.

Ancak tek çare aile içi.

Oda kaldı televizyonda kontörle koca aramaya ..



Bilmem klavyem daha neye yarar.

Biri yerken diğeri kim bilir neyi kapar.

En özeli bile korkudan kaçar.

Öylesine yazınca duygular şaha kalkar.



Bırak noktalamayı.

Sana mı kaldı bulmak ortayı.

Dam üstünde ise saksağanın apartmanı.

Vur beline cehaletin kazmasını.

Yeter ki biri okusun yazılanı.



Düş kurma, enkaz altında kalırsın,

Sen ancak afyonlanmaya hazırsın.

Bir de eline davul tokmak alasın.

Bak o zaman kim çalsın kim oynasın?



Canım saçmalamak istedi.

Nasılsa hayat artık çekirdek ve leblebi.

Keşke şekerlisi hala gelseydi.

Dün adeta bu gün gibi.

Oysa yarınlar dut yemiş bülbül gibi..

OH NE ALA NE ÂLÂ!

Nasıl iştir bu muamma?
Radikal gelebilir ama bence Ali Bulaç kendi açısından çok haklı. Neden mi?

Zaplar arasında gezerken o gün gözüme, bir haber masasında, gözlerinin içi camgöz gibi parlayan ama gözaltları kararmış bir adam takıldı...

Bu bakışlar son yıllarda malum medyada oldukça aşikârdı.

Ağdalı bir Bülent Ersoy uslübu ile konuşan zat-ı muhterem bir yandan cihat diyor bir yandan da elindeki moda dergisinin reklamını yapıyordu. Yanında ise oldukça seksi leopar baş örtüsü ve bol makyajı ile bir kadın daha vardı. Çingene pembesi daracık tayyör ceketinin içinden bile tüm vücudundan şehvet fışkıran, bir de moda yazarı olduğunu söyleyen işte o kadındı.

Kadının kadın üzerinden kul hakkı kapması ne kadar da acıydı...

Vatana millete hayırlı olsun!

Onların tabiri ile ılıman ortamda ihtiyaç duyulan bir de İslami moda degimiz olmuştu. Meydanlara dökülüp hakkını söke söke arayan mümin kadınlar için artık bir yolu bulunmuştu. Özellikle üniversiteli kızlarımıza başucu bir eser sunulmuştu. AMA yıllarca başı örtülü olduğu için okuyamayan kuma olmuş ya da köle olmuş kadınlarımız bir solukta unutulmuştu.

Ancak tatavacı, işkembecilerin camekânlarındaki pişmiş kelleleri andıran sırıtışla aslında o anda masa altında ellerini ovuşturuyordu.

Sürekli kapağı göstermeye çalışan zat, kapaktaki Queen yazan İngiliz Evangelist modacının adını bile bilmiyordu. Yanındaki kızcağız ise kem küm ile lafı zor doğrultuyordu.

Neymiş efendim, raflardaki moda dergileri kadınların muayyen günlerini bile kapaklara taşıyormuş. Hanımefendiler onları gözyaşları içinde arayarak hidayeti soruyormuş. Nasıl götürsünmüş kadınlar o dergileri evlerine? Ya kız çocukları bunları görünce psikolojileri ne olurmuş..?

Ana kızını nasıl eğitecek? Çıplak geldik, çıplak gideceğiz, aklımızı senin ithal kağıtlı siyonizmin mi örtecek?

Destur
Çüş...
Düşün kadınlarımızın yakasından.
Başı açık, örtülü, dönmüş, gülmüş; size ne onların anlayışından!

Burada da bitmiyor aymazlık ve bağnazlık.
O arada videolar geçiyor moda çekimlerinden.
Sırp- Hırvat mankenler belli ki Aksaray-Fatih otellerinden...
Rüzgâr üfüren bir de vantilatör. Her moda dergisindeki gibi tecavüzü hatırlatan loş depolar mı dekoratör?

Ama fotografçı da sanki sonradan yarım yamalak başını örtmüş bir triportör.
Her ne kadar açılar değişse de mankenlerde "Şöyle böyle yap" diye pozlar verdiren bir de genç erkek yan köşede…

Oh ne ÂLÂ!!! Kadının adı bile sende yokken nasıl oldun ulema?

Evet Mümin Türk kadını dünyaya bu dergi ile İslam Modası'nı sunacakmış!!!
Her tür Hıristiyan anlayışı, desen, kumaş, model zaten olağanmış...
Hazreti Muhammed (SAV) gibi sedir döşekte mi yaşasaymış bu çağda insanlar?
Her kadın cemiyete girip üst düzey yönetici ve holding patronu bile olmalıymış.

Deh derler valla!
İslam Modası'na göz atmak için Arap Yarımadası sokaklarına, Kuzey Afrika'ya bir göz atsana...

Meşrutiyet-Cumhuriyet ilanı bu olsa güler geçerler.
Adamın aklıyla değil ahlakıyla da sonra dalga geçerler.
Size radikal gelebilir ama Ali Bulaç bence bu konuda tamamen haklı:
Bunların beşer değil karanlığı eşer ancak cahil aklı...

O derginin matbaa mürekkebi ithal.
Onlara göre zaten Gutenberg İslam karşıtı ihtilâl.
Bırakın sürünsün istikrar
Bu topraklarda kadınının hakkıdır istiklal!

Her yerinden haram fışkırmış, makyaj malzemesi, iç çamaşırı, banka faizi reklamları almış dergi mi şimdi helal?

BU ORGAZM BAŞKA ORGAZM...

Onda yok ki hiçbir gam!
Geçen haftanın polemiği sırtı bıçaklı ve organları dışarıda, ölmekte olan bir çıplak kadın resmiydi.
Ama hafızalara kazınacak etkisi en dehşet vericisiydi.
Kimimiz (ben dahil) esefle kınayıp üzerimize düşeni yapıp sarıldık telefonlara ve basın konseyi güya hemen el koyuverdi bu duruma.
Birkaç gün geçti henüz aslında.
Ama olağanüstü durağan toplantılarından da bir yaptırım çıkmadı hâlâ...

Özür bir yana, hemen ardından yazarbaşından bir de arkasında duruş geldi bu kapağın.
Oysa kimse bilmiyordu aslında katilin yüz ifadesinde saklı olanın.
Çünkü tasviri yoktu suçluluğu kanıtlanana dek suçsuz olanın; yani o cani adamıın.

Nasılsa kendi isteği ile çıkmıştı 2 çocuk annesi sığınma evinden.
Hangimiz biliyoruz ki kadın ne çekmişti orada da devletin elinden?

Bakan hanım bile zor sıyrıldı tükenmez kalemi elinde, hemen açıklama derdinden
“Yayınlar konusunda çocuklarımız açısından daha duyarlı olalım lütfen’’
Bırakın palavrayı lütfen, hem de yalanı düşünmeden.
O çocuklar ki tek bir resimle dehşete düşer sanırsınız; ama aslında hayatlarında bu gibi olayların hepsi zaten yaşadıkları film şeridinden.

Hem de tekmili birden 24 saat üzerinden...

Alelen ve kaktırarak bir kez daha sakız ve cigara dolu rafların bakkal kapılarında pazarlandı Türk ya da Kürt kadını...
3. sınıf hamur kağıttan da terfi ettirilmiş zaman kağıdından geçer miydi kara yazı?
Oysa ölüm pornosu kitabı bile yazarı hariç çevirmeni ve yayıncısıyla ahlak için yargılandı...
Konserve vatansa koy sepete
Çünkü yok bunun reklam arası
Varsa yoksa ya yapış yapış apış arası ya da goldür bacak arası.
Günde 30 perakende haber değil artık basın için ekmek parası

Ama vatan satanlar koyar özgürlüğü hep naylon poşete var ise birileri ile arası.

Aynı gün sol alt köşede, bir başka kördüğüm daha vardı.

Ağabey 3 kurşunla vurmuştu kardeşini hastane odasında.

Nasıl da daha yeni alışmıştık Adliye Sarayı’ndaki döner bıçaklı ama özel güvenlik alt yazılı yaralı dolu kavgaya koridorlarında.

Son sözü "Ayyy abiii" olmuştu, bunu da yazmıştı purosunun ebadı kendi kadar olan baş yazar nasıl da.
Ailesi de istememişti eşcinsel diye
Nasılsa çoktu bile o Gaziantep’te kimsesizler mezarlığı paçavraya dönen, hatalı ailelerin hayatını kararttığı gençlere.

16 ay sonra gelen bir başka özgürlük de girdi kısa süre gündeme.
O da film festivali sahnelerinde
8 milimetre tadında artık her perdede hikâye
Oysa 500 üniversiteli evladımız hâlâ hapiste...

Bedava eğitim, sağlık ve güvenlik ise çoktan hak getire
Adam oldu mu hayasızlar ceplerinde altın kalem var diye?

Korkarım ki bu olaylar daha da artacak
Çekirdek aile yapısını çekirdek çıtlatarak çatlatanlar ektikleri rüzgârı fırtına olarak biçince kaçacak delik de arayacaklar.

Nadasa da kalmaz ise bu taşlı tarla
Daha çok moron moron bakacağız o artık dometes kese kağıdı bile olamayan gazete kağıtlarına…
Bu yüzden bu orgazm başka orgazm
Organizmasında yok ki hiçbir gam...

VELEDİNE SAHİP ÇIK!

Tahtaya vurmak yetmez...
Hep sorgularım…
Ne zaman bir yolculuğa çıksam, herhangi bir davete gitsem ya da ne zaman kalabalıklara girsem hep ama hep aynı kavramı sorgularım.
Çünkü sorgulamam için soru sormama gerek yoktur.
Durum nasılsa hep apaçık ortadadır.
Bu yüzden kültürler ve coğrafyalar arası yolculuklarımda da hep gözümün önündedir işte o veletler.

Onlarsız bir dünya da asla düşünemem.
Kocaman meraklı gözleri ve koca kafaları ile yarınların umududur o veletler.
Çocuk cıvıltılarının olmadığı bir yer ise bana hep lüzumsuz ve şevhetli ötüklerin uçuştuğu saçma sapan tweetleri anımsatır…
İşte sadece hep bu yüzden gözlemlerim onları.
Afrika, Amerika, Asya, Türkiye hiç mi hiç fark etmez.
Çünkü onları onlar yapan ya da küçük canavarlara dönüştüren hep aileleridir.
O yüzden bu haftaki yazımda size serzenişimi 3’e 5’e bakarak değil, niteliğe bakıp niceliği bir kenara koyarak okumalısınız.

ARABİSTAN:
Rol model babadır Arap Yarımadası’nda.
Dini kuralların kadını aşağıladığı gelenekselleşmiş yasakları asla benimseyip kabul de etmem aslında.
Hani o göbeği önde, eli tespihli, altın saatli ve garip sakallı terlikli heriflerin ardında kümes hayvanları gibi yürüyen kara çarşaflı peçeliler içinde kimin kim olduğu belli olmayan korku konvoyu hep üzer beni…
Ama çocukları bir başkadır Araplar’ın.
Hoş, delikanlılık ve genç kızlık çağına gelince aşırı paradan artık çığrından çıkıyorlar ama aslına bakınca terbiye sınırı kalkmaz pek aradan…

Ellerinde bir oyuncak ya olur ya olmaz…
Kuralları baba koyar, şefkati ise anne sollar.
Ancak babanın bir bakışı bile yeter çocukların davranışlarını belirlemeye.
Ne ceza görürsünüz ne de ödül o toplumda eleştirip yermeye.

KUZEY AVRUPA:
Doğduğu andan itibaren yetişkin kabul edilir orada her kimlik.
Anne ve babanın sosyal ve kültürel standardı hemen aktarılmaya başlanır veletlere.
Umumi bir restoranda bebek taburesindeki bir miniği izlersiniz.
Daha konuşamadan çatal bıçak ile karnını doyururken görünce hayran kalırsınız mutlaka.
Tuvalet kültüründen oyun kültürüne bir başkadır yüzyılların sentezi ile gelişen çocuklar Avrupa’da...

AFRİKA:
Bazen açlıktan kırılmış bazen salyası akmış, hatta sineklerin mesken tuttuğu durumlara maruz kalmış da olsa ayrıcalıklı zengin sınıfın beyaz kurdeleli saçlısı dahil anne yine belirleyicidir o toplumda:
Kaldı ki Afrika’da kadının sözü geçer. Erkeğin değil aslında.
Koşuşup oynarken bile o veletler, ritmik Afrika vurguları tonundadır bilin ki hâlâ o çocuksu naif oyuncaklı ahenkler...

ASYA:
Çinli’si, Japon’u, Tibetli’si hepsi izler birbirini...
Önce kültür gelir orada çocuklarda.
En fakir yerlerde bile temelinde geleneksel aile içi eğitimle başlar koşup ip atlamaya...
Moğolistan’dan ulaşırsanız Türkmenistan’a, göreceksiniz ki ana caddede 2 çocuk tiyatrosu! AKM’nin iki misli, hem de karşı karşıya...
Büyüklere veletlerin saygısı ise asla yadsınamaz o toplumlarda…
Elbette büyüklerin de sağduyusu koşar açılmış şefkat dilenen çocukların kollarına...

PEKİ YA BİZ?
İlk önce pipili bir resim ile başlanır hayata.
Görmemişin oğlu olur pipisini tutar, resmini basar yıllıklara...
Ter ter tepinir hep bizim veletler.
Car car ağlar bir balon görünce de.
Öylesine canhıraş tepinir ki ölüyor zanneder başkaları görünce.
Sonra ya kafaya ya surata şaaak diye bir tokat iner artık cana tak edince.
İstenen kimi zaman sakızdır kimi zaman ise anlaşılmaz bir istek nasılsa.

Ya da düşerse velet, önce etrafına bir bakar hep bizde.
Eğer varsa ah vah diye koşuşturan bir nine, aman Yarabbi! Basar yaygarayı, diğer mahalleden de herkes duysun diye…

Yemek yedirmek ise tam bir işkence.
Çingene çalar, Kürt oynar mama sandalyesi önünde.
Derken biraz yaş kemale erince de “Benim babam polis, senin babanı atar tarikattan bak işime gelmezse…”
Koşan, bağıran, arsızlık yapan diğer çocuklara şiddet uygulayan, rafları talana sokan, kir pas içinde kokan, hatta hayvanlara eziyet edip büyüklere saygı göstermeden kafasına göre takılan veletler vardır işte bu coğrafyada...
Sonu ne mi olur?
İşte günümüz apaçık ortada.
Hem sosyal işlere hem medyaya hem de meclisinin haline bir baksanıza... İnsan 7’sinde ne ise 70’inde de o oluyor aslında.
Sadece öyle olunmuyor, bazen de öğretim ile eğitim karıştırılıp; terbiye, yarım limona 2 yumurta sarısı zannediliyor bu topraklarda.
O yüzden,
VELEDİNE SAHİP ÇIK TÜRKİYE!
Yoksa sorun daha da büyürse tahtaya parmak vurmak işe yaramayacak asla!

YENİDEN EKRAN YAMAĞI

Muppet Show bitti
Buyrun buradan yakın
Muppet Show bitti yakından bakın
Şimdi bambaşka ama akça pakça bir Reality Show başlıyor...
.

Bu kez örtünmeyi değil giyinmeyi konuşacağız...
.

Hoppaaaaaa☺

Buyrun bakalım Terzi Yamağının yeni macerasına…
Aslında devir teslim gibi acil oldu ama oralara şimdi girmeyelim.
Her işte bir hayır vardır diyelim ve sıvayalım kollarımızı tatlı yayın hayatına bir kez daha yaftasızlıkla.

Neden mi?

Kimi ebeveynlerin;

“Kızım başını ört!”
“Kızım evde eteğini mi unuttun?”
“Oğlum bu ne pis sakal!”
“Kes şu papaz gibi saçlarını!”
“Evladım aç şu saçlarını!”
“Yavrum o ne biçim ayakkabı?”
“Çok güzelsin bu ne makyaj?”
“Ne bu böyle rahibe gibi giyinmişsin?”

gibi yaptırımlar ile bazı genç evlatlarımıza göre terör estirdiği
ancak demode sandığımız ninelerin ve dedelerin nedense sonunda hep haklı çıktığı kavramları bu haftadan itibaren ironik bir şekilde gülerek ve eğlenerek ama hem de öğrenerek yeniden hatırlayacağız…

Ülkemizde yerli yersiz herkesin ahkam kestiği şu moda konusunu hem sosyolojik hem de tarihsel açıdan da kullanacağız. Ancak gecekondudaki dolma saran ve çocuk bakan kadının da anlayacağı bir uslûpla...

Belki de modern olunurken nasıl rezil olunduğunu moda ve tekstilin aslında ne olduğuna, buluş ve yaratıcılığın fonksiyonun ve ekonominin nasıl önüne geçtiğine göndermeler yaparak günümüzü kavramaya çalışacağız...

Ancak tüm bunları yapmaya çalışırken aslında o hayatların nasıl da değiştiğini kültürel erozyonu ve bilgi eksikliğini bir kez daha yeniden aralamaya çalışııp kimseyi kırmadan ve aşağılamadan sizlere o ekranlardan her gün yepyeni hayatları ve en yeni modaları yansıtmaya çabalayacağız...

Evet,
Muppet Show bitti
Şimdi gerçek bir Reality Show başlıyor ..

Malumunuz bu ara tüm ekranlar, yemeye, gezmeye, giyinmeye, süslenmeye, sağlığa, namusa, yeteneğe, diziye, magazine ve yarışmaya endeksleniyor.

Ama rol model biraz daha değişiyor ve stratejinin güzelliği nasıl cilaladığı bir eğlenceli, esnek format ile sizlere yayın yoluyla tarafımızdan rengârenk ulaştırılmaya çalışılıyor...

Hatırlarsanız teğel yaptığım ilk porgramım “Top’lu İğne” adlı yapıt vardı. (Şubat-Mayıs 2006, Habertürk)
Sonra taktım mı kilitlerim dediğim Ç’engelli iğne’m (Mart-Mayıs 2008) ve şimdi de dikişle geçen 40 yılın ardından dike dike,
“Bugün ne giysem” ile Show TV’de! Bilmem ki ne giysem ya da ne giydirsem

Asla telkin ve ricada bulunmuyorum ama denk gelir de izlerseniz bir kez daha buna hem kulak hem de göz atıverin diliyoruz. Çünkü nasıl aile kurarken uğruna soyunmak için giyineceklerimizi hayal ederek gelinlik ve zifaflık hazırladıksa, bugün eskiyen çeğizimize yeni adaylar olacak gençliğe bambaşka bir ayna tutarak değişime gülüp gelişime el veriyoruz...

Hepimize kolay gele!

Show TV’ye teşekkürlerimle...

Bu arada:
Özellikle hep başkaları yüzünden dolduruşa gelip gereksiz hırpaladığım ama çok sevdiğim Sevgili Caner Erdem’e, beni işaret eden Sn. Haluk Şirin’e, sevgili Demet’e, eski dostum Uğurkan Erez’e ve bana bu süreçte hoşgörü ile katlanacak olan güzel İvana Sert’e ve eğlenceli Hakan’a; hatta makyajcıdan şoföre, set işçisinden rejiye, ama en önce bu yayında olmama izin veren değerli ustam Sn. YILDIRIM MAYRUK beyefendiye teşekkürler…

Dikkat ekranlara Yamak bir kez daha çıkıyor.
Artık dikiş de tutmazsa overlock sırada bekliyor...

Yeniden Ekran Yamağı
Barbaros Şansal

EKONOMİK MODEL AİLE EĞİTİMİ

Hadi maaile sevinelim...
Belki de bu yazıda bana bazıları kızacak ama ne yapayım gördüklerimi söylemezsem rahat eder miyim ?

Madem bu yıl da eğitim yılı başladı biz de kaldığımız yerden devam edelim . Bakalım bu yıl hangi aile denen evrensel kavramda, eğitim ne kadar yeterli, bir kez daha görelim.

Ege’nin incisi İzmir’deki Balçova semtindeyiz.

Bahçesinde nice kızları gelin ettiğim Termal Oteli artık bir vakıf üniversitesine dönüşmüş. Lüks kantinler, kütüphaneler, kitapçılar ile tam bir numune aslında yapısal olarak. Birkaç yıldır sık sık beni konuk eden kurum gerçekten de yeniliklere oldukça açık bir duruş. Modern yapı Güzel Sanatlar Fakültesi ve belki de yurdumuzun en konforlu yurtları ile tam bir çağdaş örnek. Ancak nitelik ve nicelik arasındaki ince çizgiyi de bir kez daha incelemek gerekecek.

Tabii ki her kurum da her kambur donanıma dönüşebilecek. Yoksa her şeyi alkışlamak bizi hiç bir yere götürmeyecek. Aynen zamanında tedbir almayınca daha sonra kurumsal aile yapımızdaki çatlakların yıkıntılara dönüşmesini engelleyemediğimiz gibi...

Moda Tasarımı ve Mimarlık gibi çok başarılı bölümleri yanında mükemmel sosyal tesisleri ve de her yıl epey ses getiren yıl sonu şenlikleri ve sergileri ile ironik bir çelişkiye de yol açmıyor değil hani İzmir Ekonomi Üniversitesi?

Hoş, son derece umutlu burslu öğrenciler ile hareket eden varlıklı aile çocukları olmalarına rağmen hadli ve gösterişten uzak yaşamları ile sadece öğrenmeye, keşfetmeye odaklanmış bir büyük aile daha işte genelinde…

Peki ya diğerleri? İşte sorunumuz burada sanırım. Aile kurumunun içinden neleri erezyona uğrattığımızın bir HAZİN sonucu...

Çakma marka çantalarını pazardan edinmekte bir sorun yok elbette. Ancak o kaynak saçların Zümrüdüanka kuşu kılığındaki lepiska şeklinde dağılışına bir de bol paçalı pantolonlar ve peluş kolsuz yelekli bedenler karışınca adeta bir başka gezegene gidiveriyorsunuz... Tırnaklarının cilalarını kuruturken derse geç kalan kızların platformlu pabuçları parke taşlı avluda postallara nasıl da nazire yapıyor.

Dımtıs dımtıs bas sesleri ile otoparklarda lüks arabalar cirit atıyor. Kirli sakallı yırtık kotlu gençlerin parfümleri baş döndürüyor.

Ancak her şeye rağmen ailelerin çocuklarını yolladıkları eğitim kurumları ister devlet ister özel ister vakıf olsun, sanırım yeniden gözden geçirilmesi için vakit geliyor.

Nasıl ki ergenlik çağındaki çocuklarımızın özel hayatları gözlem altında tutulmak zorunda ise aynı nedenle gençliğinde eğitim sürecindeki standartlarını sıkı bir düzen ile ve onları rahatsız etmeden kontrolden geçirmek zamanı geldi de geçiyor.

Çünkü artık bu ülkede öğrenci ekonomisi ailelere umut, gençlere ise somut bir gelecek sunmakta oldukça güçlük çekiyor .

ESER KARADENİZ RÜZGÂRLARI

Bir başkadır Samsun aşkları
Samsun Esnaf ve Sanatkarlar Odası (KAGİD) Kadın girişimcilerin daveti ile Samsun Olgunlaşma’da okuyan öğrencilerimiz ve aileleri ile bir söyleşide buluşmak üzere yola çıkıyoruz. Samsun Çarşamba Havalimanı’nda, ellerinde çiçekleri ile çoluk çocuk gelmiş o sıcak karşılama komitesi aileler ile hemen kaynaşıyoruz...

Akşamın alacakaranlığında ışıldayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Bandırma vapurunu geçip konaklayacağımız otele ulaşıyoruz ve ertesi günün yoğunluğunu planlayıp uykuya dalıyoruz.

Sabahın ilk ışıklarına eşlik eden Atakum Dalgaları beni yatağımdan kaldırıveriyor. Sert rüzgârın sahille kucaklaştığı kıyı şeridinde köpekleri ile yürüyen bir de bayan olduğunu görüyorum. O mutlu tablo tüm olumlu duyguları bir anda vücuduma yüklüyor. Kısa bir kahvaltının ardından 19 Mayıs Üniversitesinde okuyan bir fotoğrafçı arkadaş ile çekim yapmak üzere sahile çıkıyoruz. Sert rüzgâr saçlarımı savuruken ben de bir kez daha Samsun aşklarını düşlüyorum...

Etkinlik için merkeze doğru yol alırken tanıtım afişlerimin bilinmeyen nedenler ve bilinmeyen kişilerce söküldüğünü öğreniyor ve şaşkınlığımı gizleyemiyorum.

Kenti, adeta yırtarcasına ikiye bölmüş ve denize küstürmüş korkunç tramvay yolu bir anda nasıl büyük hatalar yapılabildiğinin etiketi olarak gözümüze çarpıyor...

Salon çoktan hıncahınç dolmuş. İl Özel İdare’nin yıkılmasına karar almaya çalıştığı binaya çöken stres gözümüzden kaçmıyor. Yörenin ailelerinin yıllardır bölgeye nice evlat yetiştirmiş olması ise kuruma ayrı bir medeni ve aydın koku katmış. Öğrenciler tertemiz üniformaları ve heyecanlı gözleri ile inanılmaz bir enerji yayıyorlar. Söyleşi akıp gidiyor... Soru cevap bölümüne geçtiğimizde salonun ortalarında bebeğini emziren örtülü bir kadının farkına varıyorum. Diğer bir köşede Ordulu başka bir genç, hemen beride Kirazlı’dan bir baba, berisinde bir şalvarlı nine... İşte ailelerin evlatlarının eğitimine katıldığı bir başka olumlu günü daha derin derin içime çekiyorum. Samsun aşklarını bir kez daha hissediyorum...


Gün ertesi oluyor... Tüm yurttan gelmiş nice okul, Ata heykeli ve Bandırma vapurunu akın akın ziyaret ediyor. Genelde öğrencilerin rağbet ettiği kahveler sokağında karnımızı doyurmak ve soluklanmak için toplanmış halde buluyoruz kendimizi. Elinde sabah alışverişi ile giden bir anne sıcacık selamı ile günümüze renk katıyor. Şakalar, gülüşmeler arasında vakit akıp geçerken hemen yolun başından elinde değneği ile gelen bir yaşlı kadının farkına varıyoruz. Bizi geçip yola devam edecek iken birden durup bana dönerek:

- Evladım, sen şu terzi yamağı değil misin?
- Evet hanımefendi benim, buyrun.
- Bak oğlum, hemen şu arkadaki yeni camiiyi gördün mü?
- Gördüm efendim, modern olmuş.
- Orası eskiden genelevdi…

Şaşkınlıkla herkes birbirinin yüzüne bakıyor.

- Anlayamadım, bunu neden söylediniz?
- Eskiden aşkalarımız (kocalarımız) ortadan kaybolduğunda gelir onları burada bulurduk. Sonra bu yezidler genelevi yıktılar ve yerine bu camiiyi yaptılar. Oradaki hayat kadınları ise mahalle aralarına yayıldılar. Şimdi artık adamları bulmakta zorlanıyoruz.

Bir kez daha anlıyorum ki Samsun aşkları da artık değişiyor. Bir yandan modern olacağız derken bir yanda da yobazlaşılıyor.

Rüzgâr, sokağın başından kıvrılıp yüzümüze sertçe bir kez daha vuruken, aşklarını mahalle arasında kaybetmiş nine ağır aksak adımlarla gözden kaybolurken örtüsünü bir başka düzeltiyor...

HERKES GİDER MERSİN'E... MERSİN GİDER TERSİNE...

Tarsus’un narenciye bahçeleri yerini çakma apartmanlara bırakmaya başladığında, bölge çoktan yoğun göçün altında ezilmişti...

Genç nufüsün oyalanması için elbette yeni mecralar gerekti.

Mersin Festivali, Soli Tesisleri, Kel Hasan lakaplı aile abisi çoktan geçmişe kaydedilmişti. İşte tüm bunların anısına Mersin Üniversitesi'ndeki bir söyleşi için yıllar sonra yeniden eski yerleşimdeydim. Ama evlatlarımızın ailesiz bir yerleşkesindeydim.

Kentin kilometrelerce dışına yapılmış olan modern binanın duvarları yetmemiş, bir de mana veremediğim garip kütlesel, ayrı beton peyandalar ile şekillendirilmişti. Bol bol çimento ihalesi ile yine imtiyazlı aileler zengin edilmişti. Her yerde görmeye alıştığımız altuni mazılar, bodur sedirler ve malum şey laleler yere dizi dizi yerleştrilmişti. Nitelikli konferans salonunda ise engelli geçişleri bile ihmal edilmişti.

Ancak fedakâr eğitmenlerin ve idealist öğrencilerin gözleri hâlâ ışıl ışıl gülümsemekteydi. Sağlık Meslek Yüksek Okulu'ndan bozma güzel sanatlar, o tarihte 2 metrelik tavanı ile adeta sanatla dalga geçmekteydi. Çünkü yeni okul kampusun sonuna henüz inşa edilmekteydi. Afiş ve bildiri asmanın yasak olduğunu söyleyen rektörlük afişleri ise her yere leş gibi serilmişti. Elbetteki heykel bölümü ve dünya şekeri hocası bence oraya fazla bile gelmekteydi.

Bir kez daha sadede gelelim ve saadetin zincirini serelim:

Etkinlik sonrası hoca ve öğrenci çardağın altına yerleşiyoruz.

Mersin’den gelen inşaat firması sahibi İlknur Hanım, İstanbul’dan dostum Ayşe Hatice hep beraber sohbete çaylar ile eşlik ediyoruz.

Tekstil hocalarından biri:

-Barbararos Bey, burada öğrencilerin önemli bölümü çok fakir ve aç. Biz maaşlarımızın bir kısmı ile onları doyurmaya çalışıyoruz. Çok zor durumdalar. Yurt da yok, hepsi kent merkezindeki vasat hayatlara mahkum oluyorlar...

Bir an yudum yudum çay boğazımda düğüm düğüm oluyor.

Kentin ta içlerinden, servis imkanı da olmadığından ve minibüslerin ise çok pahalı olmasından dolayı yayan geldiklerini anlatıyorlar.

12 kilometre uzaktaki okula gelen öğrencilerin, (bölgenin hassas yapısından dolayı!!!) 8 kişiyi geçen grupların, toplantı ve gösteri kanununa muhalafetten sorumlu kanun gereği sorun oluşundan; sabahın 5'inden itibaren küçük gruplar halinde yürüyerek gidip döndüklerini öğreniyorum.

Günde, aç biilaç 24 kilometre insan yürüten sisteme sesleniyorum:

Bu yollara ne aş ne de postal dayanır.

Aile birliğini kurarken, reklamlara inanıp 100 liralık terlik alana verilen bedava pırlantaya kanmayın. Alyans zannetiğiniz camların, eskimiş bardaklardan yapıldığını anlayın. Ne giysem, ne yesem, kiminle evlensem, dans mı etsem, rol mu yapsam, film mi çeksem seyrederek aptallaşmayın...

Pir Sultan Abdal’laşın ki, Köroğlu’nu anlayın Aşık Veysel’i ballayın.

Çünkü, bu şartlarda yetişecek aile bireylerimiz, maaile bize o delik pabuçları yedirir. Gazetecinin fırlattığı o eski pabuç, gencin attığı yumurta, Ajda Pekkan’a Adana’da domates elzem hale gelir.

Eh bundan da ancak postalda menemen çıkar, o da Sicilya usulü Silivri'de plajda mı yenir?..

GEÇTİ BOR'UN PAZARI

Sür eşşeği Niğde'ye...
Ya Adana’dan ya da Nevşehir’den uçakla ulaştığımız yönümüz bu kez Niğde…
Dilimde kalmadı vallahi tüy değil iğne bile ☺

Hani şu devasa kapısı İstanbul Üniversitesi ile mahkemeli olan mesele... Kütahya Dumlupınar’a nazire edecesine hatırlatalım dilerseniz bir kere de…
Efendim; Niğde Üniversitesi’nin eski rektörünün makamına mal olan kapı, tüm Niğde ovasından nal gibi görülebilecek büyüklükte.
Öyle ki; fıskiyeli havuzlar, ithal tropik altuni mazılar ve siyah camlı özel güvenlik kulübeleri ile koca arazinin önünde heyhüla gibi dikilmekte.
Yapıldığında, içinde bir rektörlük binası, bir konferans salonu (ki salona girmek için 4 kat merdiven çıkılması gerekiyor) birkaç adet fakülte inşası ve de bir pembe, bir de mavi Telekom öğrenci yurdu olan arazide bahçe duvarı bir zamanlar yoktu bile! Aşağıdaki bataklık kısmın güvenliği ise ayrı bir mertebe...

Böylece öğrenciler sıkı kontrol ama ineklere serbest geçiş boldu nafile.
Geçen yıl ziyaret ettiğimde ise, belki de bu ülkede senatosunun seçimi ile Rektörlüğü alan değerli hocamız ile gurur duyulmalıdır gelecekte…
Ne güzel ki Mansur’lar var, Ayşe’ler var…
Ne hoş ki, öğrenci kulübünde gitar var, tiyatro var ve aile eksikliğinden kaynaklanmış kaynaşmış maaile bir kaynaşma var.

Sadede gelelim;
Niğde Bor M.Y.O.’dan otobüs ile gelen öğrenciler, söyleşiye katılmak yerine Niğde’yi gezeriz diye sevinmişler ama salona girdiklerinde saatlerin nasıl geçtiğine inanamamışlardı bile.. Tasarım ve Moda eğitimi de vardır bu engelli geçişi olmayan adreste...
En yakın dükkan yarım saat mesafede... Ailemizin çocukları en keriz müşteri olmuş bir kez daha medreseye dönen üniversitelerde...

Hocalara ayrılan, üzerinde bol titri olan ( prof, doç, vs vs ) adları yazılı koltuklar boş kalınca (Niğde’de öyle çok etkinlikler olur ki nasıl vakit bulsunlar?), öğrenci seve seve yerleşmişti en öne. Hele de sevgili Rektörleri sonuna kadar salonda kalıp, bir de ‘’DÜŞÜNDÜĞÜN DİLDE SEVİŞ, DÜŞMANININ DİLİNDE SAVAŞ’’ yazan hatıra plaketini elime verince, ayaklarım yerden kesilmişti sevinçle.

Ama konumuz orası değil bu makalede.
Daha önce de atölye çalışması için İstanbul’a, Yıldırım Mayruk Moda Laboratuvarı’na gelen gençler için Meslek Yüksek Okulu’ndaydık neticede…
O çocukların gözlerindeki umut ve istekleri hala hafızamda yer etmekte…
Fakat mazlum olmamaları için 30 kişilik guruptan başı örtülü olduğundan dolayı genç hanım öğrenciye ipek eşarp hediye ettiğimde :
‘’ Hocam bende örteceğim bana da bir tane !’’
diyiverdi kızlardan biri avantayı görünce.
‘’_ Ben bu rengi sevmem, bunu alın başka renk verin!’’
diye diğer örtülü herkesin içinden sivrilince:
‘’-Böyle bir seçeneğiniz yok, o imzalı ipek eşarp 200 tl değerinde. Hediye beğenilmezse bile anı olarak saklanır, ya da bir aile büyüğünüze hediye edersiniz’’
demek zorunda kalmıştım efendice...

Sevgili Suna Durducan hoca bakakalmış ve izlemişti hayret ile.

Bor ‘u yaklaşık 20 dakika geçince, askeriyeden terk bomboş bir çölün ortasında vatandaş bağışı çakma bir lise binası dikilir karşınıza sevimsizlikle, hemen yanında bir huzur evi olduğundan gerçekten komik biter bu hikaye...
Tasarım ve Moda eğitimi de vardır bu engelli geçişi olmayan adreste...
En yakın dükkan yarım saat mesafede... Ailemizin çocukları en keriz müşteri olmuş bir kez daha medreseye dönen üniversitelerimizde...

Toros’lar üzerinden havaalanına dönmek üzere akşam güneşini kovalıyoruz.
Tek milli markası kalmış Niğde gazozu şişeleri elimde, Kalsit madenleri gözlerimde, Ermeni binalarının yıkımından yapılan rant pazarı çoktan kapı ve eşya olarak düşmüş sokaklarındaki eskicilere…
Şahane Şahenk’ler adına bir cadde... Üzerinde ise sadece bir belediye, bir imam hatip lisesi bir de kebapçı ile ; ha birde Şehir Işıkları adlı led bağlantılı firmadan otobüs durakları çifter çifter ihalede, otobüslerin hiç bir zaman gelmediği yerlerde bile!!!

Ailemizin vazgeçilmez hocası Nasreddin bile Çinli’ye peşkeş çekilirse “Geçti Bor’un Pazarı, sür Eşşeği Niğde’ye”...

SURVIVOR DEĞİL GÖKÇEADA!

Öğrenmenin yaşı yok...
İl il gezerken bir keresinde de yolum Gökçeada Meslek Yüksekokulu’na düşmüştü, Çanakkale'ye uçup, oradan adaya kolay gideceğimi zannetmem ise sadece komik bir düştü... 20 dakikalık uçuşun sonu ise adeta bir tarlaya düşüştü...

Taksiye atladığım gibi Çanakkale merkeze varmıştım.
Daha önce zaten 18 Mart Üniversitesi için bir seminer de yapmıştım.
Ama bu kez Gökçeada öğrenci topluluğunun konuğu olarak söyleşiye çağrılmıştım...

Feribota atladığım gibi Gelibolu’ya, oradan minibüse binip Kabatepe’ye, oradan ise tekrar yolculu feribota binip denize açılmıştım. Ömür bitmiş, yol bitmemeye direnmiş ve bu yüzden şaşakalmıştım. Elime geçen denizyolları dergisideki metozori resmi röportaja ise resmen bakakalmıştım...

Saçı fönlü, deri montlu ve marka blue jean'li zat-ı muhterem, kollarının altına üniformalı gemici zatları almış; güverteden bir de çakma bıçkın delikanlı kılığında bakış atmış pozu satmıştı. Başlık ise şaşırtıcıydı:

"İşi gücü olmayan adaları gezsin diye bilet fiyatlarını ucuzlattık." lafı abartılmıştı.

"Yuh!" derim ve severim ben bu zihniyeti. İşi gücü olmayan, soğan ekmek yiyecek para bulamayan adaları nasıl gezecekti?

Neyse ki akşama doğru varmıştık ancak hala bir başka araca daha muhtaçtık. Kıssadan hisse; İstanbul’dan Gökçeada merkeze 6 vasıta ile 16 saatte ancak ulaşmıştık...

Günde 3-4 saat elektriğin kesildiği, hiçbir yerin ortasındaki, tek kantinli ve salonunu belediyenin işlettiği okula ertesi sabah nihayet varmıştık.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen Çiğdem hocadan Fatih’ten ve diğer güzel gençlerden yine aile tadı alıp birbirimize doyamamıştık...

Hınca hınç salona girdiğimde, heyecan içinde bekleyenlerden okkalı bir alkış aldım. Kısa bir sunumun ardından sahneye çoktan fırlamıştım.

Her zamanki gibi çocuklarımı not tutmaları için kağıt ve kalemlerini bulmaları konusunda uyarmıştım ama o da ne? Kızların çantalarından çıkan rengarenk göz kalemleri dışında ve kağıt mendil kıtlığında tüm kırtasiye karaborsaydı adeta.

-Kimde cep telefonu var?

Elbette hespinde.

Peki teknolojiden faydalanalım. Kaydedebilirsiniz...
O da ne hepsi video modunda, nasılsa pazı yaparlar düşer kollar 15 dakikaya...

Konular konuyu, sorular soruyu kovaladıkça ışıl ışıl gözlerdeki ailelerinden koparılmış fidanların nasıl sistem tarafından odunlaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ama çar na çar, el ele bu çarkı tam tersine dönüştürmeyi hep beraber başarıyoruz... Ve söyleşi bittiğinde resim çektirmeye de doyamıyoruz...

Hoş, dönüş yolu daha da kabusa dönecek, THY uçağı iptal edecek ve boğaz 3 yönlü geçilerek Çorlu üzerinden İstanbul'a devam edilecekti ama tek bir anı her şeye bedeldi...

Çiğdem hoca yanıma yaklaşıp, "Barbaros Bey, en önde oturan yeşil hırkalıyı gördünüz mü? İlk sözünüzden itibaren her değerli bilgiyi not ediyordu.’’

"Evet hocam görmem mi? Ancak neden yaşı o kadar geçkin? Çok mu yıl kaybetti?’’

"Yok hocam, o öğrenci değil okulun hizmetlisi!!!’’

Belki bugün, o çocuklarımın manevi annesi Çiğdem hoca orada değil; belki de hizmetli memurun yerine torpilli bir tarikat hizmetçisi orada... Ancak tek bir gerçek var ortada; o da, öğrenmenin yaşı yok !!!

VE GAZİANTEP

Bir daha mı? Tövbe valla!
İl il gezerken, gençliği ailem diye hayatıma eklerken, çıkması gerekenler de olmuyor değil hani… İşte size Gaziantep'in diğer yüzü…

İk kez Türkiye Endüstri Mühendisliği Öğrenci Birliği toplantısı için davet edilmiştim Gaziantep Üniversitesine… Ülkenin her yerinden gelen gençler ile o gece kaynaşmıştık kaldıkları tesislerin lobilerinde.

Ben ise, uygulama otelinde kalmıştım okulun. Hani şu engelli geçişine 3 basamakla ulaşılan tesiste.

Sabaha dek uyumakta zorluk çekmiştim sızan tuvalet suyunun sesinden.

Eh, GAP var nasıl olsa kaptırılmış bir yerlerinden...

Kampus bahçesinde gezerken binaların plastik profiller ile kaplanmasına ayrıca şaşırmış ve bakakalmıştım ta derinden...

Konferans salonuna girdiğimde ise şaşırtacak cinste kalem pil derdi vardı. Çünkü ödenek yokluğundan pil parası vermezlermiş rektörlükten, bu yüzden konukların konuşma yapmak için paralarını kendi ceplerinden vermeleri gerekirmiş.

Harika günler ve geceler çabuk geçer. Yaşanan o sıcaklık ve dostluklar ise hepimizde ömre bedel...

Bu yüzden tekstil mühendisliği için bir kez daha davet edildim aynı okula. Fakülteyi gezerken, Atatürk köşesi misali bir plastik hatıra köşesi çıkıverdi karşıma. Yörenin bir hırt zengini, vermiş atmış sanayii makinası hurdası ürünlerini. Bir de koymuş mu buna karşılık tüm sülalesinin vesikalık portrelerini! Yine de o etkinlik günleri güzeldi. Yine de o fakültede çok değerli bir Dekanımız var ama bakalım bilinir mi ileride kıymeti...

İşte o gün tanımıştım konservatuardaki aydınlık gençleri. Sohbet etmiş paylaşmıştık tüm gerçekleri ve dertleri. ODTÜ’nün kurduğu okulda bahçeleri 58 yaşında öğrenciler doldurmakta...

Ama malum zat ziyaret edecek diye Kampus kapısı girişinde bahçeye kurulan ücretsiz bisikletler YÖK başkanı gidince parçalanmıştı çoktan, çünkü kızlar binerse günah sayardı birileri…

Okul Kütüphanesine 300TL verip hediye Aldığım Cumhuriyet Tarihi ciltlerini de nasılsa ardımdan yok etmiştir birileri...

Derken Utmök geldi, Ulusal Tekstil Mühendisliği Öğrenci Kongresi etkinliği...

Neslihan Yargıcı bile şaşıp kalmıştı bu işlere. Halbuki, yere monte edilmemiş pahalı çakma spor aletleri yerleşmişti belediye başkanlığı bahçesine...

Belli ki yanından geçemezdi Isparta Utmok’ün, Antep'te tarikat içermiş etkinlik rezilliği... Vahşi tramvay çoktan bölmüştü şehri ikiye çünkü sermaye hizmet ederdi ZEUGMA soyulurken siyonizme.

Bu kez kaldığım Fransız zinciri otel, Fuar olması gereken yerde dönüşmüştü mezbeleliğe… Nedense Şahinbey Belediyesi'nin nikah salonu seçilmişti kongreye, bahçede sandviç ile öğrenciyi beslemeye. Akşam eğlenceleri için ise alkol ruhsatlı lüks mekanlar seçilmiş, ama öğrenciye alkol yasaklanmıştı çok günah olur diye nedense.

Her neyse... Taksiye binip uçağıma kendim döndüm. Bu geri kafaya itiraz edince sanırım yetkililer uyarımdan rahatsız olmuştu. Bir daha mı tövbe valla...

Sonuç ne mi oldu? İnandığım gençlerin bazıları birer pahalı dokunmatik ekran telefon ve bir de otomobil sahibi olmak için işini bilip yolunu buldu…

Ne mi olacak? Gün gelecek; yaptıklarının yanlışı, onları da cehaletin kullandığı silah olan para ile boğacak...

Daha üniversitede işi öğretir cemaat.

Ama erkekler tuvaletinde internetten toplu şişme bebek alıp tuvalette açtıkları genel ev olacaktır son projelerindeki icraat…

ECZA DOLABINDA SEVGİ VAR.

Zehir gibi gençliğe oldum yar!
Neticede Aile terzisiyiz işte

Yıllardır hep Eczacılık fakültesinde etkinlikleri oldu.
Şaşırdınız belki de. Ne alaka diye hem de !!!

Bana sırtını dönmüş, yasakçı zihniyetini utanmadan sergilemiş olan yetersiz vakıf üniversitelerinin, pet şişe ve armut çizen moda bölümleri zaten benim gibi basit bir terzi yamağını ne yapsın ve nasıl ağırlasın?
Onlar yılda 10 000 dolara çakma çantalı kayanka saçlı panish öğrenci avlasın…
Bu ülke pardesü ve eşarpla örtünüyor artık aman kimse moda yapmaya kalkmasın…
Son sloganları ‘’yaratıcı doğulmaz olunur ‘’diyenler de artık bir zahmet utansın.
Metrekareye, kerhaneciden çok modacı ve siyasetçi düştüğüne göre de zaten pek gerek de yok bizlere. Neticede Aile terzisiyiz işte ☺

Eskiden, sevgili dostum değerli akademisyen Neşe hocanın dekanı olduğu ( ki ülkemizin en eski eczacılık fakültelerinden biridir) Anadolu Üniversitesine gelişimle başlar hikayemiz: sevgili Ferruh, sevgili Nurcan ve daha nice kardeşlerim sayesinde girmeye başlamıştım o muhteşem camiadaki aileme…
Ulusal Farmasötik nağmelerde tüm yurttan kardeşlerimle hoplamış söyleşilerde kucaklaşmıştım..Kimi Brunch’larda kahkahalarla çınlayan sabah keyfi yaşamıştım . Dost insan, Üstün nitelikli aydın görüş Halil Tekiner hocayı da o zaman anlamaya başlamıştım ..Kimi zaman farma genom ve farma genetik , kimi zaman lipozomların etkileri , kimi zamanda dermotoloji hakkındaki bilgi tazelemeyi hep bu sayede yaşamıştım...
Hüsnü hocanın gitar nağmelerinde akşamları toplanmış, bütün olmuş, yargısız ve önyargısız olmuş, kendimi bir lezzetli gençliği tanımaya adamıştım…
Ihlamur Eczahanesinin yeniden açılışını ise uzaktan da olsa ayakta alkışlamıştı...

Ardından MARMARA Üniversitesi Eczacılık ,
Kayseri ERCİYES Üniversitesi Eczacılık,
( ki herkesin tanıması gereken ayakta alkışlaması gereken bir hanım dekanı vardır )
Mefko ve Ankara Ecza Odası Gençlik kolları derken tüm ülkenin eczacı gençleriyle tanışma fırsatını yakalamıştım..

Tuğçe’ler, Çağrı’lar, İsal’lar renk renk çiçek açtılar hep eczahanemde...
İlaç oldular eksik aile yapımda merhem diye her eksiğime..
Ama Filizden Olgan’a, Talha’dan Müderrisoğlu’na, İnci Türkmen’den Necla Filibeli’ye, İbrahim Pertev’den Rebul’e hatta Fazıl çil ilacından acıbadem kremine dek zaten anne eczacı ailesinden olunca uzak kalınmıyor nedense...

Arada İstanbul Üniversitesinden kışkırtıcı yobaz, belki bir başkasından da kumarbaz tanımadık da değil hani bunca el ele yaptığımız etkinliklerde, Kıyaslayınca genele, bence en kirlenmemiş gençlik hala bu konuda en önde geleceğe gitmekte... En son mezuniyet gecesinde ise başı açık ya da kapalı eğlendik İstanbul Boğazı’nda gece hep birlikte...

Hoş zamanla, her sektörde yaşadığımız gibi badem şekeri ikramında birçok değerli dekan, hatta hademe işinden edilmedi değil yüksek öğrenimde.
Nasılsa artık moda Yerleştirme ve Geçirme…
Kısaca YGS diyelim hep birlikte…
Bu ülkede reçeteyi suya koyup içen cehalette hala devrede …
Neyse ki ; 4 yıldan 5 yıla çıksa da , hala rasyonel eğitim emin ellerde…
Ardından gün gelir Muvazzalığı da sokmak ister belki gerici zihniyet emperyalizm için devreye…
Acı reçeteye alışkındır bu ülke.
Lokman hekimini unutup arızalı sanal ortama koydu ilacı neticede…
Ama kimse unutmasın ki :
Hintli ithal eczacı ile curry’li pilava dönüşmesin otacıdan reçete,
yoksa sıvamaya da yetmeyecektir ilaç firmasını satan kağıt peçete...

PEKİ YA KONYA'DA OLANLAR?

Kocaman bir aile, neticede okul denen Üniversite...
Kocaman bir aile, neticede okul denen Üniversite…

Adım adım devam edelim.
Eskişehir ve Denizli’den sonra bu kez de Konya’daki gençlerimize bir el verelim. O yıl Mart ayının çoktan sonu olmuş.
Ve Selçuk Üniversitesi, Alaaddin Keykubat Kampüsünde giyim öğretmenliğinin yolu tutulmuş. Altı çizilesi unsur ise henüz yerel seçimlerden çıkılmış.
Ancak daha uçağa binmek üzereyim ki yönetimden bir telefon alıyorum:
-Sayın Şansal, sizin kimliğiniz malum. Hani sorun olmasın, dilerseniz gelir gelmez bir Hz. Mevlana’yı ziyaret ediniz... Böylece dedikodulara da meyil vermemiş oluruz.

Olur elbette, sözün bittiği yer bu değil desem de...
Hemen üzerime Fas’tan aldığım İslami bir ceket atıp, denileni aynen yerine getiriyorum. Acı tarafı, Japonu, Fransızı, Almanı orada ama Konyalı bir Türk’ü bulursan muhakkak tebrik et ve kucakla.

Halil Cin Salonuna ulaştığımda ki manzara gerçekten müthiş.
Yan camlardan süzülen gün ışığı yol yol grafik ile salona ayrı bir mistik hava katmakta. Merdivenler dahil her yer hınca hınç dolu. Üstelik baharın güneşli güzel havasına rağmen... Adı gibi kendisi de Asude, yeni mezun olmak üzere. O da idealist bir Türk kadını.

‘’Sağ görüşlü öğrenciler seni dövecek’’ tartışmasına kulak asmadan üzerimi değiştirip, inadına daha cascavlı bir kılığa geçiyorum.
Eee konumuz moda nasılsa. Şöyle en payetlisinden bir gömlek geçirip adım anons edilir edilmez, koşarak amfiden aşağıya sahneye dalıveriyorum.

Pırıl pırıl gülen gözler ile öğrenci topluluğunun disiplin ve sevinci gözlerimi kamaştırıyor. Ama o da ne? En öne dizi dizi dizilmiş öğretmen hanımların önlerindeki kısa bacaklı orta sehpaları, plastik su şişeleri, ayaklı bardaklar, aranjman yapılmış son derece kötü ve rengarenk çiçekler ve de kağıt peçeteler bana 80 sonrası o meşhur has bahçenin güllerini anımsatıyor.

Ve zamana bırakıyoruz kendimizi…
Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovalıyor. Modadan dalıp sosyoloji ve felsefeye, cinsellikten dinselliğe tüm hayatın şeklini algoritmasını bozmadan 4 saate yakın sürede paylaşıyoruz o gün, tüm güzellikleri sansürsüz o güncede.

Final alkışları henüz kesilmemişken salonun fuayesinde buluyorum kendimi.
Seni dövecek dedikleri delikanlılar elimi sıkma yarışında. Kantinci acı bir orta kahveyi elime tutuşturmakta. Patlayan flaşlardan örtülü örtüsüz, sarılan gencecik kızların sarılmasından mutluluk sarhoşuyum adeta.

Akşamı kızlı erkekli gençler ile mütevazı evlerindeki sohbetle tamamlıyoruz.
O sabah Konya’ya gelirken her yerde gördüğüm, aynı inşaat şirketine verilmiş ve belediyenin de logosunu taşıyan ihale komedyasına epey gülüyoruz. Sabahına ayrılık zor olsa da bir dahaki yılda yeniden birlikte olmak üzere sarılıp koklaşıp vedalaşıyoruz.
Aradan geçen koca yılın sonunda ne mi oluyor?
Okul yönetimi, şahsımı giyim öğretmenliğine konuşmak için yetersiz bilgiye sahip bularak konferansımızı iptal ediyor.

Bu durumda:
İnternetin sosyal paylaşım sitelerinde binlerce kişi ile protesto sayfaları patlıyor. Kaybeden yine keriz-i müşteri olarak görülen ve uyutulmaya çalışılan öğrencilerim, yani kardeşlerimiz ve evlatlarımız oluyor.

Oysa rant kokan köprülü kavşak inşaat tabelalarına gece gizlice yapıştırdığımız (ke harfi yerine Ye harfleri ) hala yerinde durmasa da hafızalarda kazılı duruyor...

PAMUKKALE ÜNİVERSİTESİ'NDE ETKİNLİK BİR MACERA

Bu kez Eskişehir'i geride bırakıp , ailemizin diğer genç bireyleri ile buluşmak üzere Denizli yollarındayız..
Bu kez Eskişehir’i geride bırakıp , ailemizin diğer genç bireyleri ile buluşmak üzere Denizli yollarındayız..

Kör karanlıktaki uçuş, bizi Çardak Havalimanı’na bağlıyor. Heyecan içindeki genç kardeşlerimiz ile kucaklaşıp derhal yola koyuluyoruz. Elbette buralara dek uzanmışken, yoldaki şaşkın bakkal yazısını görüp durmamak mümkün değil, ancak bakkalın hatıra resmi için çıkardığı fotoğraf makinelerini görünce asıl biz şaşkın durumda kalıyoruz. Kısa bir Buldan ziyaretinin ardından öğrenci evinde konaklamak üzere çekyatlarımızdaki yerimizi alıyoruz. Ve ertesi sabah apartmana beleşe dağıtılan gazete üzerinde edilen kahvaltı ile yepyeni umut dolu bir güne daha başlıyoruz.

Denizli’nin yıllardır aynı görüntüyü sergileyen paramparça yollarını aşıp Pamukkale Üniversitesi kampüsüne ulaşmak oldukça zorluyor. Zaten Pamukkale ekspresinin yerinde artık fareler cirit atıyor. Aile sağlığını da yakından ilgilendirecek olan İngiliz yapımı dev hastane inşaatı tam gaz devam etmekte. Ancak okula girerken, kapı yerine birkaç çit ve tel örgüden oluşmuş uydurukluk da ayrıca dikkat çekmekte. Patikayı andıran taş yolları aşıp fakülte binalarına ulaşmaya çalışmak tam bir işkence halini alırken, aynalı camları ile bir tesisi andıran koca bina ve kültür merkezi sanki oraya uzaydan konmuş gibi sırıtmakta. Ancak , tek bir yemekhane oluşu ve dev kuyruk bizi gerçekten hayrete düşürmekte…

Etkinlik vakti geldiğinde konferans salonuna varıyoruz.
Her yanı pahalı lambri ahşap ve mermerler ile kaplı galeri ve salonlar baş döndürecek kadar cafcaflı, ancak çok az etkinlik ya da gösteri yapılıyor olması üzüntü kaynağı. Son kontroller öncesi teknik servisi aramak üzere salon görevlisine kendimi tanıtıyorum:

-Merhaba ben Barbaros Şansal saat 15:00’teki salon etkinliği için teknik servise nasıl ulaşabilirim acaba?
- Hemen haber verelim ne kadar sürecek konuşmanız?
-Sanırım bir-bir buçuk saat kadar, neden sordunuz?
-Yirmi dakika sonra ara vermeniz gerekecek
- Anlamadım sebebi ne?
-Rektörlüğün emri, kantin var da.
-Öyle yapacağımıza siz tahta kasadaki gazozlara metal açacak sürerek salonda satsanız!
- Ne demek istediniz, salon kuralları böyle, şikâyetiniz varsa buyrun Rektörlük arka tarafta!

Hemen bir dilekçe kaleme alıp fırlıyorum. Parlak aynalar ile kaplanmış pahalı binanın ön cephesine geldiğimde iki yandan rampa ve ortada epey alengirli bir merdiven dikkatimi çekiyor. Dilekçemi tez elden ulaştırmak üzere koşar adım merdivenlere dalıyorum. O da ne? Karşıma granit bir duvar üzerine bronzla yazılmış koca bir yazı çıkyor ‘’Rektörlük’’ adeta reaktöre dönüp sağ mı sol mu merdivene devam edeceğime hızla karar verip danışmaya ulaştığımda ise bu anlamsız merdiveni sorarak işe başlıyorum.
-Ortadaki merdiven resim çektirmek için inşa edildi efendim.

Aklıma gelen başıma geliyor, beni davet eden gençlerin bir sonraki tekstil kongresine gitmesine izin verilmeyerek benim yüzümden ceza da gecikmeden geliyor.
“Ağır ağır ineceksin o merdivenlerden” çınlıyor kulaklarımda.
Sağır sultan duydu döner bıçağının ucundaki döner sermayeyi nasılsa.

ÇİZGİSİZ HARİTA METOT DEFTERİ!

Bir terzi yamağının gözünden eğitim denen stratejinin diğer yüzü
Artık vakit gelmişti, Yıllar önce (2006) sevgili Erol Mütercim'in dileği ile gerçekleştirdiğim İstanbul Ticaret Üniversitesi (Haliç'teki) ziyaretimin ardından yıllar geçmiş; bu ilk tecrübemin sonrasında Anadolu ve Kıbrıs adası dahil ziyaret ettiğim üniversite ve meslek yüksek okulları sayısı çoktan otuzu aşmıştı. Hatta bu tecrübelerimi kaleme alma sırası da gelmişti. Ancak mürekkep devri bittiğinden, bu kez parmaklarım sanal ekranın önündeki klavyede gezerek neler yaşandığını belgelemek üzere tuşlarda debelenecekti.

Ve de bir terzi yamağının gözünden eğitim denen stratejinin diğer yüzü görünecekti. İşte bu yüzden çizgisiz bir harita metot defterine benzeyecek ve belgesel özelliği de üstlenecekti.

29 MART YEREL SEÇİMLERİNİN ARDINDAN

Anadolu Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Yüksek Okulu Moda Bölümü, 2003 salonundayız. Eskişehir'de sert bir ayaz hüküm sürüyor. O tarihlerde ağlaklığına güvendiğimiz bir de asistan çakması ile mücadele etmekteyiz. Yere vidalar ile güya sabitlenmiş her yanı sallanan bir tırabzandan etkinlik salonuna geçiyoruz.

Hemen ardından okul televizyonu bir röportaj diliyor ve radyosunda canlı yayın yaptıktan sonra kayda giriyoruz. O da ne? Kameramanın önündeki öğrencinin sorduğu soruların cevaplarını verdiğimde kaydı kesiyoruz...
-Hayrola teknik bir sorun mu var?
-Hayır hocam, dekanımızın talimatı, kameraya bakmadan konuşacaksınız yana duvara bakarak
-Bunun sebebi ne?
-Biz bilmiyoruz format bu!!
-Güzel kardeşim eğer objektife bakarak konuşursam izleyici bunu daha şahsi yani sanki kendine olarak algılar ve yüksek ilgi ile izler ve etkileyici hale gelir.
-Hocam, onu bilemem bize söylenen bu, ancak böyle yapabiliriz.

Çarnaçar işi bitirip, hemen bitirme jürisine katılmak üzere okul binasındaki koridora kurulmuş milli güvenlik kurulunun benzeri yerleşime geçiyoruz. Çaylar ve kuru pastalar masayı süslemekte. Hummalı bir karmaşa da gürlemekte.Öğrenciler dört yıllık eğitim sonundaki mezuniyet ödevlerini üretip jüriye sunacaklar. Koridora, kumaş kaplı üç sandık çakma podyum olarak konuluyor ve iş sahipleri birer birer tasarımlarının hikâyelerini ve elbiselerini sergilemeye başlıyor.

Sarışın ama çok heyecanlı bir delikanlının işi elle tutulacak tek iş. O da zaten, her iki bölümü de aynı anda yaptığından niteliğe yönelmiş. Bir bir ardına işe yaramaz uyduruk polyester astarlıktan garibeler ucube kılığında gelip geçiyor.Kiminde pano eksik, kiminde çizim, kiminde ise giysi. Ama hepsinin bileklerinde ve boyunlarında bir sürü yayıntı bağlı. Prangalanmış yaratıcılığın nasıl da dumura uğratıldığını acı içinde izliyoruz. Derken yaptıklarına benzer kılıkta bir öğrenciye geliyor sıra. Adeta altı parçalı kızılay çadırı kılığındaki işi, ilkokulda bile yapabilirler diye düşünmeden alamıyorum kendimi. Anlatıyor da anlatıyor, "edilimin iz düşümü, oluşumun gölgesi" bir tek eksik olanlar davul tozu ve minare gölgesi.
- Güzel kardeşim anlatın hikâyenizi.
- EVRİM hocam!
- O konu başlığınız bu yıl. Ya sizin koleksiyonun hikayesi?
- Türkçenin renkleri hocam!
-İyi de bunların hepsi simsiyah?
-İşte ben de Türkçeye yapılan saldırıyı anlatmaya çalıştım.
-Türkçe olduğunu karakteristik harfleri olmadan nasıl anlayacağız peki? Ş, Ç, Ü nerede?
-İşte saldırı onlar hocam bakın ayak bilekleri el bileklerindeki aksesuarlar.

Bu durumda modellik yapan gençlerden birine yöneliyorum:

-Lütfen hareket eder misiniz?
- I-ıh olmuyor hocam!
- Kızım bunları nasıl dikeceğiz peki?
- Onu ben bilemem. Ben TERZİ değil MODACI olacağım hocam. Dikiş bilmek zorunda değilim!

Devamını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Bilen biliyor zaten olup biteni.Haaa sakın bu kabul edilesi zor yaşanmışlık Eskişehir Anadolu Üniversitesine mal edilmesin. Ben yıllardır, Eczacılık Fakültesine, İEEE etkinliklerine, Güzel Sanatlara, Öğrenci Kollarına hatta İletişim Fakültelerine gider bol bol etkinlikler düzenlerim. Hatta çoğu zaman öğrenci evlerinde konuk edilirim, ama nicelik değil niteliktir ederim o yüzden karış karış yıllardır eğitim için her yeri gezmekte cehaletin üzerine ölü toprağı serpmekteyim.

Üç çeşit çizgi vardır eğri, düz ve kırık. Bir sonraki bölümde bakalım hangi okulu tutacaktır hıçkırık.