Bu sayfada yer alan tüm yazı, resim ve buna benzer içeriğin tüm hakları Barbaros Sansal'a aittir. Izinsiz kopyalanması ve kullanılması yasaktır.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Top'lu iğne 12

Rüyamdaki gerçek

İbadet odasında çocuk bezi değiştirilen deniz otobüslerinde ve de geviş getirenlerin coğrafyasında yolculuk ediyormuşuz vesselam!

Marmarayı aşıp, heya veya haya değil ama heyhat sandviç barından bahsediyorm bu sefer seferi internetin sitelerinde. Konuyla alakası ne bunun demeyin sakın! Olmuyor işte. Ben televizyon yıldızı olamıyorum. Evet dememe rağmen, siyasi baskılar ve nazar korkusundan pişman olup çıkmadığım magazin programından dolayı şık bulunmadığımı sms’leyen Cengiz Semercioğlu beyden de değil bu kez bahsim. Bahsi geçen konu çok daha vahim bu kez. Semere bindirilen hayatlardan bahsediyorum.

O gün bugün, kapıda infraruj (kızılötesi) gözlüklü, elinde jop’a benzer dedektörlü güvenlik, içeride iki ayrı sınıf yolcunun gaz denantörlü olarak bulunduğu gemiye gittim Marmara’nın öbür kıyısından bir bu yana bir o yana gidip geliyorum çaresizce maalesef... Şaka değil ama yalancı gerçek bu. Rüyamdaki bu gerçek, kabusa dönüşmesin diye de size şimdi zavallı hayallerimden bir kurgu betimliyorum.

İçeride sivil ve resmi gözlerin, her yolcunun koltuğunu ürkek ve şüpheli bakışlar ile süzdüğünü zor sakladığı, çatık kaşlarının altında ise hiç saklayamadığı paranoyalarının şaibesinden bahsediyorum billahi size. Cereyana kapılmış serin gece rüzgarı çıplak vücudumu yalayıp geçerken tüylerimi ürpertiyor ve buruşumsuz çarşafımı sivrisineklerin kulağıma hain dalışlarındaki pikelerini duymamak için kefene döndürdüğümü sizin de hissetmenizi istiyorum. Aman kanınızı o sivrilere bağışlamayın sakın. Küt ve kalın kafalılara da arada hatırlatmalı, Hakkari Çukurca’nın Sivritepe’sinde bağışlanmadı o kanlarımız çünkü bugüne dek.. Zap sulunun mavisini kana bulattırma çabaları da pek işe yaramadı. Siz o kanları başkalarına bağışlayın ki, bar şarkıcıları ve kömür tüccarı türkücüler azıcık daha kararmış parayı bulsun da aç gözleri biraz doysun diye. Siz onun yerine ohh demeyin, of deyin ki vücudunuza DDT sürmek için yapılan tavsiyeye aykırı kalmayın. O zaman bu rüyamdaki gibi uyuyacaksınız sanırım bir daha uyanmmak üzere.. Bir başka köşe kıvrılıp altından koyun çıkarken bu kez, öbür köşeden Mr. Frank gülümseyecak muhakkak size. Tıpkı Basralı Ömer’in şiirinde olduğu gibi... Birilerinin, hesapta halkının tamamıyla paylaşacağını mırıldandığı, Türkmen’nine, Şii’sine yalan söylediği ve petrol özerkliğini çapulcuyla mücadele andlaşması bahanesinin ardında pandomime çevirdiği durum komedisini ibret ile izlediğimiz emperlayist oyundan geliyor artık anlamsız kelimeler. Rüyam birden karabasana dönüyor ve dalgaların pruvaya vuruşundan oluşmuş katamaranın kıçındaki darbelerin sarsıntısı ile uyanıveriyorum. Ekranın sesi sanki daha da uzakta bu kez. Barajların doluluk oranı, ikiye biçilen geçici işçi kamyonları ve hatta ciğerlerimin yanışını duyuyorum. Burnuma yanık kokusu geliyor ve devamını görmek üzere tekrar rüyama dalıyorum.. Aynen televizyon dizisi gibi...


Kimbilir belki Uzi (ama rakı değil) belki de bir Canasta (briç oyunu hiç değil) namlularının, satılmış o büyükbaş hayvanı hedeflediği suikast coğrafyasının çocuklarına gebeyiz. Belki de, hayali sislerin arasındaki aksakallı dede yakutça nağmelerde, bu rüyada iki vakte bir narin horoz da kahpe namluya mermiyi sunacak diyor. Rüya bu ya, herşeyi tam seçemiyorum işte. Sonra Dalaman’ın ortasına inşa edilmiş tren istasyonundan yavaşça kalkıyor yaşlı kara şimendifer. Aynen Türkiye’nin lokomotifi oradan kalkarmış gibi. 1919, 1929 ve saire, ve saire... Sonra o vagonlar hızla bir cumhuriyet binasının önünden kayıp geçiveriyor ekranlarda kırmızı beyaz hızlı tren edası ile... Ama nafile. Raylar çoktan sigortadan arınmış paslı ve Dalaman’a en yakın istasyon Aydın’da nafile.. O zaman gözümüz aydın! Bir başka aksakallı dede ise öbür kulağıma rayı olmayan tek istasyonun dünyada Dalaman’da olduğunu fısıldayıveriyor aniden. Yanlışlıkla, yerine yapılması gereken av köşkünün Beyrut’a, oraya yapılması gereken istasyonun ise karıştırılarak buraya yapıldığını öğreniveriyorum. Hemde Beyrut’dan gelen tarihi taşlar ile. Günaydın!

Sonra yeniden güneş doğuyor, apartıman aralığına bakan küçük odamın o kuş pisliğinden kararmış buzlu camının aydınlık kubbesinde. Ve alüminyum kaplanmış, içinde emici çocuk bezi değiştirilen kubbenin ışığını yansıttığı metalik yansımalar gözüme batıyor ve perdeyi çekip yeniden uyumak istiyorum. Ama bir daha uyanmamak üzere...

Sosyalizmin karanfilleri nerede ise mum ışığının dibinde solmuş akşamlardan kentlerin basuruna dönüşmüş lalelerde başlıyormuş ertesi sabah.. Sonradan öbür tarafta öğreniyorum. Bedenemden ayrılmış ruhum alaca karanlıkta göğe yükselirken, doğup yarım asarı geçirdiğim kente tepeden bir kez daha göz atmayı diliyorum. Özlemiyeyim bir daha asla diye. Pişmanlık mahmurluğumun iliklerine işliyor. Ağlamak istiyorum ama artık gözlerim yokmuş ki diye..

Car cur, zırt pıt, az sonra çığlıkları bir kez daha getiriyor beni kendime. Açık kalmış televizyonun magazin çığılıkları ile bir kez daha içine edilesi hayata uyandırılıyorum. Nöbetçi konuklar ekranda namus sorguluyor yaşadıkları iffetsi erdem kırıntılarında bir kez daha. Ve bugün iki televizyon kanalını daha görüşmemek üzere verdikleri randevuya bekliyorum... Sonuçları mı? Bir daha ki sayfaya galiba televizyon şaklabanı oluyorum...

09.08.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder